Önsöz
Tarım, insanlığın gelişiminde çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü tarımla birlikte avcılık-toplayıcılık aşamasından yerleşik düzene geçiş başlamıştır. Yaklaşık on bin yıl önce gerçekleşen “tarım devrimi” insanlık tarihinde bir dönüm noktasıdır. Kentleşmenin ve uygarlaşmanın başlangıcıdır. İnsanlık önce doğada varolan besin kaynaklarını yönetmeye başlamış, ardından bitki ve hayvan yetiştiriciliğinde uzmanlaşarak doğaya karşı mücadelede önemli bir merhale katetmiştir. Elbette o dönemki tarım, doğayı tahrip etmeden, onunla uyum içinde yapılmaktadır.
Doğanın tahribatı, asıl olarak kapitalizmle başladı. Kapitalizmin temel yasası olan “azami kar”, tarımsal alan için de geçerliydi. Tarımda kapitalist ilişkiler, sanayiye göre daha geç oturmuş ve uzunca bir dönem feodal, yarı-feodal biçimlerle içiçe sürmüşse de, kapitalizmin baskın hale gelmesiyle “artı-ürün”e el koyma süreci de değişti. Tarım proleterlerinin sömürüsüne dayanan ve azami karı hedefleyen bir üretim ilişkisi giderek ağırlık kazandı. Daha fazla kar elde edebilmek için daha fazla ürün gerekliydi. Bunu sağlamak için de tarımda makinalaşma hızla arttı, kimyasal gübre ve ilaç kullanımı başladı. “Endüstriyel tarım” adı verilen bu dönemle birlikte doğanın dengesi de bozuldu, buna bağlı olarak bir dizi sorun başgösterdi.
Kapitalizmin emperyalizm aşaması ise, bu sorunları devasa boyutlara taşıdı. Emperyalist sistem, en geri ülkelerde bile tarımın kapitalistleşmesini, tarım tekellerinin hegemonyasını getirdi. Buna da “Yeşil Devrim” adını verdiler. Asıl olarak ikinci emperyalist savaş sonrası gelişen ve başını ABD’nin çektiği bu dönemde, Rockefeller, Ford gibi ABD tekelleri, tarıma da el attılar. “Tarımsal araştırmalar”, “altyapı geliştirme programları”yla tarımsal ürünleri arttırıp karlarına kar kattılar.
* * *
Elbette bunun yıkıcı sonuçları oldu. Öncesinde oldukça verimli topraklara sahip Afrika kıtası, bu yıkımın en tipik ve çarpıcı örneğidir. İnsanlığın ilk doğduğu yer olan Afrika toprakları, emperyalist tarım tekellerinin istilasına uğradı. Plantasyonlarda Afrikalıların hem işgüçleri, hem toprakları sömürüldü. Emperyalist tekeller daha fazla ürün için toprağa aşırı su verdiler, kimyasal gübre attılar. Ve arkalarında çölleşmiş topraklar, aç ve susuz insanlar bıraktılar.
Bunun daha somut ve yakın örneğini, Korkut Boratav bir Afrika ülkesi olan Malawi üzerinden veriyor:
“2000 yılında yüksek (2.5 milyon ton) bir mısır üretimi sağlayan Malawi, stok oluşturmaya kalkışınca IMF’nin itirazı ile karşılaştı. ‘Çok yüksek ve pahalı mısır stoku tutmak israftır, bunları sat; başın zora girerse dünya piyasalarından satın alırsın’ önerisi ile baskı altında tutuldu. Malawi, IMF anlaşması gereği stoklarını sıfırladıktan sonra 2001’de kötü bir hasatla karşılaştı; üretim yüzde 36’ya düştü. 2000’de tonunun 45 dolara sattığı mısırları bir sonraki yıl 255 dolara ithal etmek zorunda kaldı. Dünya piyasalarından alım yapacak gücü olmadığı için, üretim açığının sadece yüzde 6’sını ithalatla karşılayabildi. Sonuç, yüzbinlerce insanın açlığa sürüklenmesi oldu.” (Tarımsal Yapılar ve Kapitalizm, İmge Kitabevi 3. Basım, sf. 219)
Sadece Afrika ülkeleri değil, emperyalist tarım tekellerinin el attığı her yerde benzer sorunlar yaşanıyor. Kendi toprağında işçileşme, kentlere yığılma, işsizlik ve açlık; tarımda kapitalizmin yarattığı ağır sonuçlar olarak bugün dünyanın dört bir yanında görülüyor.
Köylülüğü parçalayan, topraklarını ellerinden alan, göçe zorlayan emperyalist tekeller, bir yandan büyük tarım alanlarını ellerinde toplarken, bir yandan da “topraksız tarım”, “dikey tarım” gibi modellerle daha fazla ürün elde etmeye çalışıyorlar. Büyük alanların sulamaya açılması ve yanlış kullanımdan dolayı kimi bölgelerde tuzlanma yüzünden tarımsal üretim yapılamaz oldu. Keza “mucize tohumlar” adını verdikleri “terminatör tohumlar”la gerçekleştirilen tarımsal üretimle yüksek verimli mısır, buğday ve çeltik çeşitleri geliştirdiler, fakat bu yüzden topraktaki azot hızla tükendi.
Kapitalizmin açmazları tarımda kendini daha net biçimde gösteriyor. GDO’lar, yani biyoteknolojik ürünler (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar), hem doğayı hem insanı mahvediyor.
Her özlemi yağmurla başlatan bu yerde
İnsanlar vardır yurtsuz
Açlık denizlerinden ağlarla çekilmiş
Dilsizliğin ve çaresizliğin yurtsuzları
Düşlerde köpüren umut ırmaklarında
Çağlamak adına kurumanın yurtsuzları
Dallardan kopup savrulmanın yurtsuzları…
Adnan Yücel
Bütün bunlar, sözde artan dünya nüfusunun gıda ihtiyacını karşılamak içindi! Oysa kanser başta olmak üzere birçok hastalığın yayılmasının kaynağı oldular. Obezite diye bir hastalık türedi. İnsanlar, 30-40 yıl öncesine göre yüzde 25 daha fazla kalori tüketiyordu. Fakat dünyadaki açlık bitmedi, aksine giderek artan oranda kitleler açlıkla karşı karşıya kaldı. Dünya ölçeğinde 1 milyarın üzerinde insan açlık çekiyor ve buna her yıl 100 milyon civarında insan ekleniyor.
Çünkü dünyanın tarım alanları 8-10 emperyalist tekelin egemenliği altında. Onların azami karı için, milyonlarca insan aç kalıyor, binbir çeşit hastalıkla boğuşuyor. Dahası doğa da can çekişiyor ve dünya giderek daha yaşanılmaz hale geliyor.
* * *
Kapitalist sistemin temelini oluşturan “azami kar” ve “aşırı üretim”, krizlerin temel nedenidir. Krizleri doğuran kapitalizmin bu yapısal özellikleri, tarımsal alanda da geçerlidir. Nitekim tarımdaki aşırı üretim, tarım krizini yaratmıştır.
Bir yanda denize dökülen sebze-meyveler; diğer yanda gıda ürünlerinin aşırı pahalanması ve ulaşılamaz hale gelmesi… Küçük bir azınlık dışında geniş kitlelerin açlık sınırında yaşaması… Orta ve yoksul köylülüğün büyük oranda erimesi, toprağını kaybetmesi… Kırdan kente göçün sürekli artması… Kırda ve kentte işsizliğin devasa boyutlara ulaşması…
Bunlar tarım krizinin görüngüleridir. Ve bugün tüm dünyayı kaplamış durumdadır. FAO(Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü), 2008 yılından itibaren bir “gıda krizi” yaşandığını söylemektedir.
Tarım krizi, kapitalist krizin en derin halidir. Bolluk içinde kıtlığın çok net biçimde görünmesidir. Krizin finans ya da sanayi gibi bir alanla sınırlı kalmayıp genel krize dönüşmesidir. Hem bütün alanları kapsaması, hem de tüm dünyaya yayılmasıdır. Zaten emperyalistler, krizin yükünü esas olarak bağımlı ülke halklarının sırtına yıkmaya çalışır. Ve krizden en çok bu ülkeler etkilenir. Ayrıca tarım krizi, diğer krizlerden daha uzun süreli yaşanır.
Emperyalist-kapitalist sistem, böylesi derin ve çok yönlü bir krizin içindedir. Emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi ve bunun emperyalist bir savaşa tırmanmasının altında yatan da budur. Paylaşılmış toprakların yeniden paylaşılması kavgası, tarımsal alanları da kapsamakta, emperyalist tekeller tarımda üstünlüğü ele geçirmek için kıyasıya çatışmaktadır. Tarımda üstünlüğü sağlamak, insanlığın geleceğini elinde tutmaktır çünkü. ABD’nin eski Dışişleri Bakanı, aynı zamanda önemli bir akıldanesi olan Henry Kissinger’ın sözleri, bu gerçeği net bir biçimde ortaya koyuyor: “Petrolü kontrol ederseniz koca kıtaları kontrol edersiniz, gıdayı kontrol ederseniz halkı kontrol edersiniz.”
İşte emperyalist tekeller ve onların arkasındaki devletler “gıdayı kontrol edebilmek” için vargüçleriyle savaşıyorlar. 2030 yılında dünya nüfusunun 8.5 milyar olacağını, bunun için de tarımsal üretimin yaklaşık yüzde 50 daha fazla yapılması gerektiğini öngörüyorlar. Hem de bunu bugüne oranla daha az üreticiyle yapacaklar. Bu demektir ki, insan ve doğa kıyımı artarak devam edecek…
* * *
Emperyalist sistemin tarım politikaları ve yaşanan tarım krizi ülkemizi de doğrudan içine alıyor. ‘80’li yıllardan itibaren IMF-DB politikaları doğrultusunda atılan adımlar, tarımı adım adım yıkıma götürdü. 2000’li yıllar ise, yaygın özelleştirme ve tarım tekellerinin hegemonyasını kurmasıyla geçti. Koç, Sabancı, Doğuş, Ülker vb. işbirlikçi tekellerin yanı sıra Unilever, Monsanto, Cargill gibi emperyalist tekeller, hep birlikte tarımsal alana hücum ettiler.
Büyük patronların kulübü TÜSİAD son 5 yıl içinde üç kez tarım raporu hazırlayarak bu konudaki iştahını ortaya koydu. Son olarak 5 Mart 2020 tarihinde gerçekleştirdikleri toplantıda isteklerini yinelediler. Raporun özeti; küçük tarım arazilerinin, havzaların birleştirilerek sermayeye sunulması, üreticilerin de sözleşmeli tarımla kendi topraklarında işçi olarak çalışmasıydı.
Zaten 20 yıldır -özellikle AKP hükümetleri döneminde- tütünden şekere, çaydan fındığa, devlete ait kurumlar emperyalist ve işbirlikçi tekellere peşkeş çekildi. 1984’te başlayan özelleştirme furyası, AKP öncesinde 8 milyar dolar iken; AKP döneminde 60 milyar dolar oldu. Bunların önemli bir kısmı tarım alanında yaşandı.
Yaygın deyimle Türkiye, “tarımda kendi kendine yeten yedi ülkeden biri”yken, saman ithal eden bir ülke durumuna geldi. Dünyanın yaklaşık 100 ülkesinden tarımsal ürün ithal ediyor. Sadece ürün değil; tohum, mazot, ilaç, gübre vb. neredeyse tüm girdiler dışarıdan alınıyor. Ve dövizdeki her artış, üreticinin belini daha fazla büküyor.
AKP’nin işbaşına geldiği 2002 yılında tarımsal ürünlerde ihracat fazlası verilirken, 2019 yılında yurtdışından 9.4 milyar dolar tarım ürünü ithal edilmiştir. Yine AKP döneminde 521 bin futbol sahası genişliğinde sit alanı satılmıştır. Bunun içinde orman yangınlarıyla kül olan alanlar da vardır.
Tarımda yıkımın bir diğer göstergesi ise, tarımla geçimini sağlayan nüfustaki azalmanın, kırdan kente göçün boyutudur. 2002 yılında tarımda 7.5 milyon kişi çalışırken, bu sayı 2019 yılında 5 milyon kişiye düştü. Oysa tarımda 10 milyon çalışana ihtiyaç duyuluyor. Buna karşın 17 yılda 2.5 milyon kişi daha tarım alanından kopmuş ve büyük oranda kentlere göçmüştür. Bunların çoğu gençler ve orta yaş üreticilerdir. Onun için tarımla uğraşanların yaş ortalaması 55’in üzerine çıkmıştır. Ve ağırlıklı olarak mevsimlik-göçmen işçiler, bu boşluğu doldurmaktadır.
Halen kırsal kesimde kalan üreticilerin durumu ise her geçen gün kötüleşmektedir. 2002 yılında bankalara borcu 2.4 milyar TL iken, 2019 yılında 108 milyar TL’ye çıkmıştır. Kişi başına banka borcu da bin liradan 52 bin liraya yükselmiştir. Buna karşın pırlantadan vergi almayan devlet, mazottan vergi almaya devam ediyor. Dövizdeki artışla birlikte girdiler sürekli yükseliyor, düşük taban fiyatlarıyla iflasa sürüklenenler her yıl artıyor.
Bütün bunların sonucu olarak, 41 milyon 196 bin hektar olan tarım arazisi, 3 milyon 484 bin hektar azalarak 37 milyon 712 bin hektara düştü. Yani son yirmi yılda üreticiler, 3.5 milyon hektar işlenebilir tarım arazisini ekmekten vazgeçti! Üç Trakya bölgesi eden bu oran, birçok Avrupa ülkesinin yüzölçümünden daha büyük. Ama Türkiye, bu Avrupa ülkelerinden tarımsal ürün ithal ediyor!
* * *
Elbette tarımdaki yıkım AKP dönemiyle sınırlı tutulamaz. Fakat AKP’nin bu yıkımda önemli bir rol üstlendiği ortadadır. Başta ABD ve AB olmak üzere emperyalist tekellerle ve işbirlikçileriyle olan bağları, bunun en önemli nedenidir. Bu bağı açıkça itiraf etmekten çekinmiyorlar da. Örneğin son Tarım Bakanı Bekir Pakdemirli TOBB’un bir toplantısında; “her türlü işlenmiş gıdanın yapılması, üretilmesi ve pazarlanması konusunda iş adamlarımızın dün olduğu gibi bugün de yarın da emrine amadeyiz” diyor. Keza pandemi döneminde “gıda kıtlığı yaşanır mı” sorusuna “ithal ederiz” yanıtı veriyor.
Emperyalist ve işbirlikçi tekellerin “emirlerine amade” bakanlarla, emperyalizme bağımlı hükümetlerle Türkiye tarımının geldiği nokta budur.
Oysa “Türkiye, bünyesindeki 167 familya, 1.320 cins ve 9 bin 996 tür ile bitki türleri çeşitliliği bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden biridir.” Bu tanımlama FAO’nun 2019 yılında yayınladığı raporda yer almaktadır. Raporda, Türkiye’nin özellikleri şöyle ifade ediliyor: “Dünyadaki yedi biyo-coğrafi bölgeden üçü olan Akdeniz, Avrupa-Sibirya ve İran-Turan bölgelerinin elementleri Türkiye’de bulunmaktadır. Her biyo-coğrafya bölgesi kendine has eşsiz ekosistemler barındırmaktadır. Türkiye kıtalar arasında köprü olması nedeniyle iklimi ve coğrafi özellikleri kısa mesafelerde değişmektedir. Bunun sonucu olarak, Türkiye ev sahipliği yaptığı orman, dağ, bozkır, sulak alan, kıyı ve deniz ekosistemleri ve biyolojik çeşitlilik bakımından küçük bir kıta karakterindedir.” (FAO Raporu’ndan aktaran, Ali Ekber Yıldırım, 20 Şubat 2020, Dünya Gazetesi).
Ne yazık ki, böylesine verimli bir coğrafyada insanlar açlıktan intihar ediyor, 20 milyon kişi yeterli gıdaya ulaşamıyor. Oysa bırakalım Türkiye’nin bütününü, sadece Harran Ovası’ndaki toprakların iyi işlenmesiyle 150 milyon insanın besleneceği söyleniyor. Çünkü Harran Ovası, yılda üç kez ürün veriyor. Türkiye nüfusunun yaklaşık iki katını besleyecek bir verimliliğe sahip. Buna karşın bugün Türkiye, gıdasının neredeyse tamamını ithal eden bir ülke durumunda. Öyle ki, 7 yıldır savaşın içinde talan edilen Suriye’den bile geçen yıl patates ithal ettiler.
* * *
Tarım, insanlık açısından sadece dün ve bugün için değil, yarın için de yaşamsal önemdedir. Asıl olarak insanların gıda ihtiyacını karşılamakla birlikte, sanayiye hammadde sağlamak ve ihracat geliriyle ülkelerin bütçelerine katkıları vardır. Pandemi koşulları, tarımın önemini her açıdan çok net biçimde ortaya koymuştur.
2020 yılının başından itibaren tüm dünyaya yayılan koronavirüs salgınında, sadece sağlık sisteminin çöküşü değil, tarımın geldiği
nokta da ortaya çıktı. Gıda tedarik zincirinde yaşanan sıkıntılar, açlık tehlikesini ciddi bir sorun olarak önümüze koydu.
Başta emperyalist ülkeler olmak üzere birçok ülke gümrük duvarlarını yükselttiler. Kimi tarım ürünlerine ihracat yasağı getirdiler. Ülkeler ve şehirler arası yolculukların kısıtlanmasıyla “gıda tedarik zinciri”nin ilk halkasını oluşturan mevsimlik-göçmen işçilerin taşınmasında sıkıntılar meydana geldi. Oysa hem hasat zamanı gelen ürünlerin toplanması, hem de yeni ürünler için toprağın ekilmesi gerekiyordu. Bu dönemde bir kez daha görüldü ki, zincirin ilk halkası kırıldığında, tüm dünya açlıkla karşı karşıya kalacaktı. Özelde mevsimlik işçiler, genelde ise işçiler çalışmazsa, insanlar ekmek bile yiyemeyecekti.
Birçok emperyalist devlet, bir yandan farklı ülkelerden işçi getirmenin yollarını ararken, bir yandan da ülke içinde bu açığı kapatma telaşına düştü. Mevsimlik işçilerin çoğu belgesiz ve izinsiz çalışan göçmenlerdi. ABD, vize başvurusunda çeşitli bürokratik aşamaları kaldırarak işçi akışını sağlamaya çalıştı. Keza AB ülkeleri, mevsimlik işçilere ulaşım serbestliği tanınma kararı aldı.
Türkiye de benzer sorunları yaşadı. Örneğin Gürcistan’dan çay ve fındık toplamaya gelen işçiler, bu yıl gelemediler. Ağırlıklı olarak İstanbul’da yaşayan Karadenizlilerden 65 yaş sınırına takılanlar, özel izinlerle memleketlerine gidebildiler. Esasında işçiler, hemen tüm kısıtlamalardan “muaf” tutulan kesim oldu. Örneğin asıl olarak Kürt bölgesinden gelen mevsimlik işçileri doğru-düzgün bir tedbir almadan ilden ile dolaştırdılar. Ne ulaşım, ne barınma sorunları çözüldü. Sağlıksız koşullarda ve yine düşük ücretle çalıştırıldılar.
Pandemi döneminde görülen bir diğer şey ise, her ülkenin kendine yeterli bir tarıma ihtiyacı olduğuydu. Gümrük duvarları çekilip ihracatlar yasaklanınca, “gıda yetişmezse ithal ederiz” sözünün ne kadar boş olduğu görüldü. Aynı şekilde marketlerde makarna bitince “kimse telaş etmesin, tüm dünyayı doyuracak makarna üretiyoruz” demişlerdi. Ancak makarnanın buğdayı yurtdışından geliyordu. Buğday alamaz hale geldiğinde, bırakalım makarnayı, ekmek bile olmayacaktı.
Hal böyleyken elinizdeki kitabın yayına hazırlandığı günlerde, buğday, arpa, mısır gibi ürünlerde gümrükleri sıfırladılar. Bu temel ürünleri mutlaka ülke içinde yetiştirmek gerekirken, üreticilere çıkarılan zorluklarla tahıl üretimi düşürüldü; dışarıdan alımın ise yolu düzlendi. Emperyalist tarım tekellerine kapılar ardına dek açıldı.
Emperyalizme bağımlılık sürdüğü müddetçe, tarım başta olmak üzere hiçbir sektörde kendine yeterlilik olmayacaktır. Türkiye gibi en verimli topraklara sahip olunsa da, halkın ucuz ve sağlıklı ürünlere ulaşması sağlanamayacaktır. Ve açlık tehlikesi bitmeyecek, aksine her geçen gün artacaktır. Emperyalizmin işbirlikçisi sınıflar ve yönetimleri alaşağı edilmeden bu döngüden kurtuluşun yolu yoktur.
* * *
Elinizdeki kitap yaklaşık 20 yıllık çalışmanın bir ürünüdür. 2000’li yılların başından itibaren dünyada ve ülkemizde tarıma dair önemli gelişmeler kaleme alınmış ve çeşitli tarihlerde yayınlanmıştır. Ki 2000’li yıllar özelleştirmeyle birlikte tarımda tekelleşmenin hız kazandığı yıllardır. Aynı zamanda tarımsal yıkımın, kentlere yığılmanın ve işsizliğin en fazla arttığı dönemdir. Dolayısıyla bugünlere nasıl geldiğimizin görülmesi bakımından önemli bir tarihsel süreçtir.
Yayınevimiz bünyesinde çıkan Proleter Devrimci Duruş dergisinin çeşitli sayılarında yer alan tarım yazılarından seçerek (ve tekrarları olabildiğince azaltmaya çalışarak) oluşturduğumuz bu kitapta, kronolojik bir dökümden ziyade konular üzerinden tasnif yaptık. “Tarımda tekelleşme ve gıda krizi, Gözde sektörler ve yokedilenler, Kırda sınıfların durumu ve örgütlenmesi” şeklinde üç ana başlıkta topladık. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi bakımından her ana başlığın altında sıraladığımız ara başlıklarda tarihsel akışa özen gösterdik.
Onun için “Tarımda bolluk ve açlık yanyana” başlıklı yazıyı, kitabın başına koymayı uygun gördük. Haziran 2019 tarihinde gerçekleşen TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri içinde yeralan bu yazıda, tarımda gelinen son nokta üzerinden yaklaşık 20 yıllık sürecin özeti yapılıyor. Sonrasındaki bölümler ise bu süreci kendi içinde ayrıntılandırıyor.
Kitap asıl olarak son 20 yılı kapsamakla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren tarımsal alanın evrimini, dolayısıyla tarımda kapitalistleşme sürecini ortaya koyuyor. Tarımda kapitalistleşmenin yarattığı sonuçları ise, günümüzdeki görüngüleriyle ele alıyor. Dolayısıyla sorunun şu ya da bu hükümetle sınırlı olmayıp bir sistem sorunu olduğunun altını net bir biçimde çiziyor.
Buradan hareketle Türkiye devrimi açısından yarattığı-yaratacağı sorunlara, komünist ve devrimcilere düşen görevlere de dikkat çekiyor. Sadece geçmişi değil, geleceği de önümüze seriyor. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülkelerin tarımsal alandaki başarılarını alarak, eksikliklerini aşarak yaşanılır bir dünya yaratmanın kilometre taşlarını döşüyor.
Pandemiyle birlikte önemi daha da artan tarıma dair gelişmeleri daha yakından izlemeli, başta kır proleterleri olmak üzere tarım sektöründeki emekçilerin örgütlenmesi ve mücadelesine daha fazla katkı sunmalıyız. Hem devrimimizin “olmazsa olmazı” kent ile kırın işçi ve emekçilerinin birliğini sağlayabilmek, hem de tarım tekellerinin programlarına set çekip tarımsal yıkımı durdurabilmek, bu yöndeki çabalara bağlıdır.
Ekim 2020
Yediveren Yayınları