“Tarımda tekelleşme ve TARIM KRİZİ” kitabı çıktı

Önsöz

Tarım, insanlığın gelişiminde çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü tarımla birlikte avcılık-toplayıcılık aşamasından yerleşik dü­zene geçiş başlamıştır. Yaklaşık on bin yıl önce gerçekleşen “tarım devrimi” insanlık tarihinde bir dönüm noktasıdır. Kentleşmenin ve uygarlaşmanın başlangıcıdır. İnsanlık önce doğada varolan besin kaynaklarını yönetmeye başlamış, ardından bitki ve hayvan yetişti­riciliğinde uzmanlaşarak doğaya karşı mücadelede önemli bir mer­hale katetmiştir. Elbette o dönemki tarım, doğayı tahrip etmeden, onunla uyum içinde yapılmaktadır.

Doğanın tahribatı, asıl olarak kapitalizmle başladı. Kapitalizmin temel yasası olan “azami kar”, tarımsal alan için de geçerliydi. Tarımda kapitalist ilişkiler, sanayiye göre daha geç oturmuş ve uzunca bir dönem feodal, yarı-feodal biçimlerle içiçe sürmüşse de, kapitalizmin baskın hale gelmesiyle “artı-ürün”e el koyma süreci de değişti. Tarım proleterlerinin sömürüsüne dayanan ve azami karı hedefleyen bir üretim ilişkisi giderek ağırlık kazandı. Daha fazla kar elde edebilmek için daha fazla ürün gerekliydi. Bunu sağlamak için de tarımda makinalaşma hızla arttı, kimyasal gübre ve ilaç kullanımı başladı. “Endüstriyel tarım” adı verilen bu dönemle birlikte doğanın dengesi de bozuldu, buna bağlı olarak bir dizi sorun başgösterdi.

Kapitalizmin emperyalizm aşaması ise, bu sorunları devasa bo­yutlara taşıdı. Emperyalist sistem, en geri ülkelerde bile tarımın ka­pitalistleşmesini, tarım tekellerinin hegemonyasını getirdi. Buna da “Yeşil Devrim” adını verdiler. Asıl olarak ikinci emperyalist savaş sonrası gelişen ve başını ABD’nin çektiği bu dönemde, Rockefeller, Ford gibi ABD tekelleri, tarıma da el attılar. “Tarımsal araştırmalar”, “altyapı geliştirme programları”yla tarımsal ürünleri arttırıp karları­na kar kattılar.

* * *

Elbette bunun yıkıcı sonuçları oldu. Öncesinde oldukça verimli topraklara sahip Afrika kıtası, bu yıkımın en tipik ve çarpıcı örne­ğidir. İnsanlığın ilk doğduğu yer olan Afrika toprakları, emperyalist tarım tekellerinin istilasına uğradı. Plantasyonlarda Afrikalıların hem işgüçleri, hem toprakları sömürüldü. Emperyalist tekeller daha fazla ürün için toprağa aşırı su verdiler, kimyasal gübre attılar. Ve arkalarında çölleşmiş topraklar, aç ve susuz insanlar bıraktılar.

Bunun daha somut ve yakın örneğini, Korkut Boratav bir Afrika ülkesi olan Malawi üzerinden veriyor:

“2000 yılında yüksek (2.5 milyon ton) bir mısır üretimi sağlayan Malawi, stok oluşturmaya kalkışınca IMF’nin itirazı ile karşılaştı. ‘Çok yüksek ve pahalı mısır stoku tutmak israftır, bunları sat; başın zora gi­rerse dünya piyasalarından satın alırsın’ önerisi ile baskı altında tutuldu. Malawi, IMF anlaşması gereği stoklarını sıfırladıktan sonra 2001’de kötü bir hasatla karşılaştı; üretim yüzde 36’ya düştü. 2000’de tonunun 45 do­lara sattığı mısırları bir sonraki yıl 255 dolara ithal etmek zorunda kaldı. Dünya piyasalarından alım yapacak gücü olmadığı için, üretim açığının sadece yüzde 6’sını ithalatla karşılayabildi. Sonuç, yüzbinlerce insanın açlığa sürüklenmesi oldu.” (Tarımsal Yapılar ve Kapitalizm, İmge Kitabevi 3. Basım, sf. 219)

Sadece Afrika ülkeleri değil, emperyalist tarım tekellerinin el attığı her yerde benzer sorunlar yaşanıyor. Kendi toprağında işçileşme, kentlere yığılma, işsizlik ve açlık; tarımda kapitalizmin yarattığı ağır sonuçlar olarak bugün dünyanın dört bir yanında görülüyor.

Köylülüğü parçalayan, topraklarını ellerinden alan, göçe zorla­yan emperyalist tekeller, bir yandan büyük tarım alanlarını ellerin­de toplarken, bir yandan da “topraksız tarım”, “dikey tarım” gibi modellerle daha fazla ürün elde etmeye çalışıyorlar. Büyük alanla­rın sulamaya açılması ve yanlış kullanımdan dolayı kimi bölgelerde tuzlanma yüzünden tarımsal üretim yapılamaz oldu. Keza “mucize tohumlar” adını verdikleri “terminatör tohumlar”la gerçekleştirilen tarımsal üretimle yüksek verimli mısır, buğday ve çeltik çeşitleri ge­liştirdiler, fakat bu yüzden topraktaki azot hızla tükendi.

Kapitalizmin açmazları tarımda kendini daha net biçimde göste­riyor. GDO’lar, yani biyoteknolojik ürünler (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar), hem doğayı hem insanı mahvediyor.

Her özlemi yağmurla başlatan bu yerde

İnsanlar vardır yurtsuz

Açlık denizlerinden ağlarla çekilmiş

Dilsizliğin ve çaresizliğin yurtsuzları

Düşlerde köpüren umut ırmaklarında

Çağlamak adına kurumanın yurtsuzları

Dallardan kopup savrulmanın yurtsuzları…

Adnan Yücel

Bütün bunlar, sözde artan dünya nüfusunun gıda ihtiyacını karşılamak içindi! Oysa kanser başta olmak üzere birçok hastalı­ğın yayılmasının kaynağı oldular. Obezite diye bir hastalık türedi. İnsanlar, 30-40 yıl öncesine göre yüzde 25 daha fazla kalori tüketi­yordu. Fakat dünyadaki açlık bitmedi, aksine giderek artan oranda kitleler açlıkla karşı karşıya kaldı. Dünya ölçeğinde 1 milyarın üze­rinde insan açlık çekiyor ve buna her yıl 100 milyon civarında insan ekleniyor.

Çünkü dünyanın tarım alanları 8-10 emperyalist tekelin ege­menliği altında. Onların azami karı için, milyonlarca insan aç kalı­yor, binbir çeşit hastalıkla boğuşuyor. Dahası doğa da can çekişiyor ve dünya giderek daha yaşanılmaz hale geliyor.

* * *

Kapitalist sistemin temelini oluşturan “azami kar” ve “aşırı üre­tim”, krizlerin temel nedenidir. Krizleri doğuran kapitalizmin bu yapısal özellikleri, tarımsal alanda da geçerlidir. Nitekim tarımdaki aşırı üretim, tarım krizini yaratmıştır.

Bir yanda denize dökülen sebze-meyveler; diğer yanda gıda ürünlerinin aşırı pahalanması ve ulaşılamaz hale gelmesi… Küçük bir azınlık dışında geniş kitlelerin açlık sınırında yaşaması… Orta ve yoksul köylülüğün büyük oranda erimesi, toprağını kaybetme­si… Kırdan kente göçün sürekli artması… Kırda ve kentte işsizliğin devasa boyutlara ulaşması…

Bunlar tarım krizinin görüngüleridir. Ve bugün tüm dünyayı kaplamış durumdadır. FAO(Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü), 2008 yılından itibaren bir “gıda krizi” yaşandığını söylemektedir.

Tarım krizi, kapitalist krizin en derin halidir. Bolluk içinde kıt­lığın çok net biçimde görünmesidir. Krizin finans ya da sanayi gibi bir alanla sınırlı kalmayıp genel krize dönüşmesidir. Hem bütün alanları kapsaması, hem de tüm dünyaya yayılmasıdır. Zaten em­peryalistler, krizin yükünü esas olarak bağımlı ülke halklarının sır­tına yıkmaya çalışır. Ve krizden en çok bu ülkeler etkilenir. Ayrıca tarım krizi, diğer krizlerden daha uzun süreli yaşanır.

Emperyalist-kapitalist sistem, böylesi derin ve çok yönlü bir krizin içindedir. Emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi ve bunun emperyalist bir savaşa tırmanmasının altında yatan da bu­dur. Paylaşılmış toprakların yeniden paylaşılması kavgası, tarımsal alanları da kapsamakta, emperyalist tekeller tarımda üstünlüğü ele geçirmek için kıyasıya çatışmaktadır. Tarımda üstünlüğü sağlamak, insanlığın geleceğini elinde tutmaktır çünkü. ABD’nin eski Dışişleri Bakanı, aynı zamanda önemli bir akıldanesi olan Henry Kissinger’ın sözleri, bu gerçeği net bir biçimde ortaya koyuyor: “Petrolü kontrol ederseniz koca kıtaları kontrol edersiniz, gıdayı kontrol ederseniz halkı kontrol edersiniz.”

İşte emperyalist tekeller ve onların arkasındaki devletler “gıda­yı kontrol edebilmek” için vargüçleriyle savaşıyorlar. 2030 yılında dünya nüfusunun 8.5 milyar olacağını, bunun için de tarımsal üre­timin yaklaşık yüzde 50 daha fazla yapılması gerektiğini öngörüyor­lar. Hem de bunu bugüne oranla daha az üreticiyle yapacaklar. Bu demektir ki, insan ve doğa kıyımı artarak devam edecek…

* * *

Emperyalist sistemin tarım politikaları ve yaşanan tarım krizi ülkemizi de doğrudan içine alıyor. ‘80’li yıllardan itibaren IMF-DB politikaları doğrultusunda atılan adımlar, tarımı adım adım yıkıma götürdü. 2000’li yıllar ise, yaygın özelleştirme ve tarım tekellerinin hegemonyasını kurmasıyla geçti. Koç, Sabancı, Doğuş, Ülker vb. iş­birlikçi tekellerin yanı sıra Unilever, Monsanto, Cargill gibi emper­yalist tekeller, hep birlikte tarımsal alana hücum ettiler.

Büyük patronların kulübü TÜSİAD son 5 yıl içinde üç kez tarım raporu hazırlayarak bu konudaki iştahını ortaya koydu. Son olarak 5 Mart 2020 tarihinde gerçekleştirdikleri toplantıda isteklerini yi­nelediler. Raporun özeti; küçük tarım arazilerinin, havzaların bir­leştirilerek sermayeye sunulması, üreticilerin de sözleşmeli tarımla kendi topraklarında işçi olarak çalışmasıydı.

Zaten 20 yıldır -özellikle AKP hükümetleri döneminde- tütün­den şekere, çaydan fındığa, devlete ait kurumlar emperyalist ve işbirlikçi tekellere peşkeş çekildi. 1984’te başlayan özelleştirme fur­yası, AKP öncesinde 8 milyar dolar iken; AKP döneminde 60 milyar dolar oldu. Bunların önemli bir kısmı tarım alanında yaşandı.

Yaygın deyimle Türkiye, “tarımda kendi kendine yeten yedi ülkeden biri”yken, saman ithal eden bir ülke durumuna geldi. Dünyanın yaklaşık 100 ülkesinden tarımsal ürün ithal ediyor. Sadece ürün değil; tohum, mazot, ilaç, gübre vb. neredeyse tüm girdiler dışarıdan alınıyor. Ve dövizdeki her artış, üreticinin belini daha fazla büküyor.

AKP’nin işbaşına geldiği 2002 yılında tarımsal ürünlerde ihracat fazlası verilirken, 2019 yılında yurtdışından 9.4 milyar dolar tarım ürünü ithal edilmiştir. Yine AKP döneminde 521 bin futbol sahası genişliğinde sit alanı satılmıştır. Bunun içinde orman yangınlarıyla kül olan alanlar da vardır.

Tarımda yıkımın bir diğer göstergesi ise, tarımla geçimini sağlayan nüfustaki azalmanın, kırdan kente göçün boyutudur. 2002 yılında tarımda 7.5 milyon kişi çalışırken, bu sayı 2019 yılında 5 mil­yon kişiye düştü. Oysa tarımda 10 milyon çalışana ihtiyaç duyulu­yor. Buna karşın 17 yılda 2.5 milyon kişi daha tarım alanından kop­muş ve büyük oranda kentlere göçmüştür. Bunların çoğu gençler ve orta yaş üreticilerdir. Onun için tarımla uğraşanların yaş ortalaması 55’in üzerine çıkmıştır. Ve ağırlıklı olarak mevsimlik-göçmen işçi­ler, bu boşluğu doldurmaktadır.

Halen kırsal kesimde kalan üreticilerin durumu ise her geçen gün kötüleşmektedir. 2002 yılında bankalara borcu 2.4 milyar TL iken, 2019 yılında 108 milyar TL’ye çıkmıştır. Kişi başına banka borcu da bin liradan 52 bin liraya yükselmiştir. Buna karşın pırlan­tadan vergi almayan devlet, mazottan vergi almaya devam ediyor. Dövizdeki artışla birlikte girdiler sürekli yükseliyor, düşük taban fiyatlarıyla iflasa sürüklenenler her yıl artıyor.

Bütün bunların sonucu olarak, 41 milyon 196 bin hektar olan tarım arazisi, 3 milyon 484 bin hektar azalarak 37 milyon 712 bin hektara düştü. Yani son yirmi yılda üreticiler, 3.5 milyon hektar iş­lenebilir tarım arazisini ekmekten vazgeçti! Üç Trakya bölgesi eden bu oran, birçok Avrupa ülkesinin yüzölçümünden daha büyük. Ama Türkiye, bu Avrupa ülkelerinden tarımsal ürün ithal ediyor!

* * *

Elbette tarımdaki yıkım AKP dönemiyle sınırlı tutulamaz. Fakat AKP’nin bu yıkımda önemli bir rol üstlendiği ortadadır. Başta ABD ve AB olmak üzere emperyalist tekellerle ve işbirlikçileriyle olan bağları, bunun en önemli nedenidir. Bu bağı açıkça itiraf etmek­ten çekinmiyorlar da. Örneğin son Tarım Bakanı Bekir Pakdemirli TOBB’un bir toplantısında; “her türlü işlenmiş gıdanın yapılması, üre­tilmesi ve pazarlanması konusunda iş adamlarımızın dün olduğu gibi bu­gün de yarın da emrine amadeyiz” diyor. Keza pandemi döneminde “gıda kıtlığı yaşanır mı” sorusuna “ithal ederiz” yanıtı veriyor.

Emperyalist ve işbirlikçi tekellerin “emirlerine amade” bakanlarla, emperyalizme bağımlı hükümetlerle Türkiye tarımının geldiği nokta budur.

Oysa “Türkiye, bünyesindeki 167 familya, 1.320 cins ve 9 bin 996 tür ile bitki türleri çeşitliliği bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden biridir.” Bu tanımlama FAO’nun 2019 yılında yayınladığı raporda yer almaktadır. Raporda, Türkiye’nin özellikleri şöyle ifade ediliyor: “Dünyadaki yedi biyo-coğrafi bölgeden üçü olan Akdeniz, Avrupa-Sibirya ve İran-Turan bölgelerinin elementleri Türkiye’de bulunmaktadır. Her biyo-coğrafya bölgesi kendine has eşsiz ekosistemler barındırmaktadır. Türkiye kıtalar arasında köprü olması nedeniyle iklimi ve coğrafi özellik­leri kısa mesafelerde değişmektedir. Bunun sonucu olarak, Türkiye ev sa­hipliği yaptığı orman, dağ, bozkır, sulak alan, kıyı ve deniz ekosistemleri ve biyolojik çeşitlilik bakımından küçük bir kıta karakterindedir.” (FAO Raporu’ndan aktaran, Ali Ekber Yıldırım, 20 Şubat 2020, Dünya Gazetesi).

Ne yazık ki, böylesine verimli bir coğrafyada insanlar açlıktan intihar ediyor, 20 milyon kişi yeterli gıdaya ulaşamıyor. Oysa bı­rakalım Türkiye’nin bütününü, sadece Harran Ovası’ndaki toprak­ların iyi işlenmesiyle 150 milyon insanın besleneceği söyleniyor. Çünkü Harran Ovası, yılda üç kez ürün veriyor. Türkiye nüfusu­nun yaklaşık iki katını besleyecek bir verimliliğe sahip. Buna karşın bugün Türkiye, gıdasının neredeyse tamamını ithal eden bir ülke durumunda. Öyle ki, 7 yıldır savaşın içinde talan edilen Suriye’den bile geçen yıl patates ithal ettiler.

* * *

Tarım, insanlık açısından sadece dün ve bugün için değil, yarın için de yaşamsal önemdedir. Asıl olarak insanların gıda ihtiyacını karşılamakla birlikte, sanayiye hammadde sağlamak ve ihracat geli­riyle ülkelerin bütçelerine katkıları vardır. Pandemi koşulları, tarı­mın önemini her açıdan çok net biçimde ortaya koymuştur.

2020 yılının başından itibaren tüm dünyaya yayılan koronavirüs salgınında, sadece sağlık sisteminin çöküşü değil, tarımın geldiği

nokta da ortaya çıktı. Gıda tedarik zincirinde yaşanan sıkıntılar, aç­lık tehlikesini ciddi bir sorun olarak önümüze koydu.

Başta emperyalist ülkeler olmak üzere birçok ülke gümrük du­varlarını yükselttiler. Kimi tarım ürünlerine ihracat yasağı getirdiler. Ülkeler ve şehirler arası yolculukların kısıtlanmasıyla “gıda tedarik zinciri”nin ilk halkasını oluşturan mevsimlik-göçmen işçilerin taşın­masında sıkıntılar meydana geldi. Oysa hem hasat zamanı gelen ürünlerin toplanması, hem de yeni ürünler için toprağın ekilmesi gerekiyordu. Bu dönemde bir kez daha görüldü ki, zincirin ilk hal­kası kırıldığında, tüm dünya açlıkla karşı karşıya kalacaktı. Özelde mevsimlik işçiler, genelde ise işçiler çalışmazsa, insanlar ekmek bile yiyemeyecekti.

Birçok emperyalist devlet, bir yandan farklı ülkelerden işçi getir­menin yollarını ararken, bir yandan da ülke içinde bu açığı kapatma telaşına düştü. Mevsimlik işçilerin çoğu belgesiz ve izinsiz çalışan göçmenlerdi. ABD, vize başvurusunda çeşitli bürokratik aşamaları kaldırarak işçi akışını sağlamaya çalıştı. Keza AB ülkeleri, mevsim­lik işçilere ulaşım serbestliği tanınma kararı aldı.

Türkiye de benzer sorunları yaşadı. Örneğin Gürcistan’dan çay ve fındık toplamaya gelen işçiler, bu yıl gelemediler. Ağırlıklı olarak İstanbul’da yaşayan Karadenizlilerden 65 yaş sınırına takılanlar, özel izinlerle memleketlerine gidebildiler. Esasında işçiler, hemen tüm kısıtlamalardan “muaf” tutulan kesim oldu. Örneğin asıl olarak Kürt bölgesinden gelen mevsimlik işçileri doğru-düzgün bir tedbir almadan ilden ile dolaştırdılar. Ne ulaşım, ne barınma sorunları çö­züldü. Sağlıksız koşullarda ve yine düşük ücretle çalıştırıldılar.

Pandemi döneminde görülen bir diğer şey ise, her ülkenin ken­dine yeterli bir tarıma ihtiyacı olduğuydu. Gümrük duvarları çekilip ihracatlar yasaklanınca, “gıda yetişmezse ithal ederiz” sözünün ne ka­dar boş olduğu görüldü. Aynı şekilde marketlerde makarna bitin­ce “kimse telaş etmesin, tüm dünyayı doyuracak makarna üretiyoruz” demişlerdi. Ancak makarnanın buğdayı yurtdışından geliyordu. Buğday alamaz hale geldiğinde, bırakalım makarnayı, ekmek bile olmayacaktı.

Hal böyleyken elinizdeki kitabın yayına hazırlandığı günlerde, buğday, arpa, mısır gibi ürünlerde gümrükleri sıfırladılar. Bu temel ürünleri mutlaka ülke içinde yetiştirmek gerekirken, üreticilere çı­karılan zorluklarla tahıl üretimi düşürüldü; dışarıdan alımın ise yolu düzlendi. Emperyalist tarım tekellerine kapılar ardına dek açıldı.

Emperyalizme bağımlılık sürdüğü müddetçe, tarım başta olmak üzere hiçbir sektörde kendine yeterlilik olmayacaktır. Türkiye gibi en verimli topraklara sahip olunsa da, halkın ucuz ve sağlıklı ürün­lere ulaşması sağlanamayacaktır. Ve açlık tehlikesi bitmeyecek, aksine her geçen gün artacaktır. Emperyalizmin işbirlikçisi sınıflar ve yönetimleri alaşağı edilmeden bu döngüden kurtuluşun yolu yoktur.

* * *

Elinizdeki kitap yaklaşık 20 yıllık çalışmanın bir ürünüdür. 2000’li yılların başından itibaren dünyada ve ülkemizde tarıma dair önemli gelişmeler kaleme alınmış ve çeşitli tarihlerde yayınlanmış­tır. Ki 2000’li yıllar özelleştirmeyle birlikte tarımda tekelleşmenin hız kazandığı yıllardır. Aynı zamanda tarımsal yıkımın, kentlere yığılmanın ve işsizliğin en fazla arttığı dönemdir. Dolayısıyla bu­günlere nasıl geldiğimizin görülmesi bakımından önemli bir tarih­sel süreçtir.

Yayınevimiz bünyesinde çıkan Proleter Devrimci Duruş dergisi­nin çeşitli sayılarında yer alan tarım yazılarından seçerek (ve tekrar­ları olabildiğince azaltmaya çalışarak) oluşturduğumuz bu kitapta, kronolojik bir dökümden ziyade konular üzerinden tasnif yaptık. “Tarımda tekelleşme ve gıda krizi, Gözde sektörler ve yokedilenler, Kırda sınıfların durumu ve örgütlenmesi” şeklinde üç ana başlık­ta topladık. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi bakımından her ana başlığın altında sıraladığımız ara başlıklarda tarihsel akışa özen gösterdik.

Onun için “Tarımda bolluk ve açlık yanyana” başlıklı yazıyı, ki­tabın başına koymayı uygun gördük. Haziran 2019 tarihinde ger­çekleşen TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri içinde yeralan bu yazıda, tarımda gelinen son nokta üzerinden yaklaşık 20 yıllık sürecin özeti yapılıyor. Sonrasındaki bölümler ise bu süreci kendi içinde ayrıntılandırıyor.

Kitap asıl olarak son 20 yılı kapsamakla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren tarımsal alanın evrimi­ni, dolayısıyla tarımda kapitalistleşme sürecini ortaya koyuyor. Tarımda kapitalistleşmenin yarattığı sonuçları ise, günümüzdeki görüngüleriyle ele alıyor. Dolayısıyla sorunun şu ya da bu hükümet­le sınırlı olmayıp bir sistem sorunu olduğunun altını net bir biçimde çiziyor.

Buradan hareketle Türkiye devrimi açısından yarattığı-yarataca­ğı sorunlara, komünist ve devrimcilere düşen görevlere de dikkat çekiyor. Sadece geçmişi değil, geleceği de önümüze seriyor. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülkelerin tarımsal alandaki başarılarını alarak, eksikliklerini aşarak yaşanılır bir dünya yarat­manın kilometre taşlarını döşüyor.

Pandemiyle birlikte önemi daha da artan tarıma dair gelişmele­ri daha yakından izlemeli, başta kır proleterleri olmak üzere tarım sektöründeki emekçilerin örgütlenmesi ve mücadelesine daha fazla katkı sunmalıyız. Hem devrimimizin “olmazsa olmazı” kent ile kı­rın işçi ve emekçilerinin birliğini sağlayabilmek, hem de tarım tekel­lerinin programlarına set çekip tarımsal yıkımı durdurabilmek, bu yöndeki çabalara bağlıdır.

Ekim 2020

Yediveren Yayınları

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …