“Savaş en çok kadın ve çocukları vurdu” sözünü, son günlerde daha sık duymaya başladık. En başta Suriye’den sınırlarımıza akın eden göç dalgasında, en fazla kadın ve çocukları görüyoruz. Üstleri-başları dağılmış, ayakları yalın ve acının donuklaştırdığı gözleriyle…
Yerlerinden-yurtlarından edilmiş bu insanlar, sığındıkları ülkede de büyük zorluklar yaşamaya devam ediyor. Ya mülteci kamplarında yarı-aç ve perişan bir yaşama mahkum oluyorlar, ya da şehirlerin kaldırımlarında dilenmek, fuhuşa sürüklenmek gibi bir açmaz içine itiliyorlar. Üstelik bir de bulundukları ülkenin insanları tarafından “ikinci sınıf” muamelesi görüyor, ırkçı-faşist saldırılara maruz kalıyorlar. Yani kaçarak da kurtulamıyorlar savaştan, kaynağını yine savaştan alan sorunları yaşamaya devam ediyorlar…
İşgaller, kadın bedeni üzerinden tescilleniyor
Irak ve Suriye’de yaşanan savaşa, bir de IŞİD vahşeti eklenince, oradaki kadınların durumu çok daha trajik bir hal aldı. Savaşın kendisi başlı başına insanlık için, özelinde kadınlar için büyük bir yıkım iken; dinci-gericiliğin kadını görünmez kılan ideolojisi ile daha karanlık bir ortam oluştu. Adeta kambur kambur üstüne bindi ve bunun yükü de asıl olarak kadınların üzerine çöktü.
Her dönem işgal orduları, girdikleri yerlerde kadınlara tecavüz ettiler, kaçırdılar, katlettiler… Eşlerinin ya da babalarının önünde tecavüz ederek, onları en hassas yerlerinden vurmayı, böylece dirençlerini kırmayı hedeflediler. Sonra da alıp kaçırdılar, bir “seks nesnesi” olarak kullandılar veya parayla başkalarına sattılar… Çocuklarını, eşlerini gözlerinin önünde öldürerek en büyük acıyı yaşattılar.
Sonuçta, işgalciler girdikleri topraklara hakim olmak ve hükmetmekle, orada yaşayan kadınların vücuduna sahip olmak arasında dolaysız bir bağ kurdu. O toprakların artık kendilerinin olduğunu, kadının vücuduna sahip olarak tescillediler. Toprakla kadın, bir bölgeyi işgalle, o bölgenin kadınına tecavüz, adeta özdeşleşti. Çünkü işgaller ve soykırımlar, “imha-yağma-kaçırma” üçlüsü üzerinden gerçekleşiyordu. Ve bunu, sınıflı toplumlara damgasını vuran “erkek egemen” bir zihniyetle yapıyorlardı. Dolayısıyla en ağır sonuçlarını kadınlar yaşadı.
Tecavüze uğrayan ve kaçırılan kadınların birçoğu, o andan itibaren yaşamla bağlarını kopardı. Kimisi intihar etti, kimi ise “yaşayan ölü” haline geldi. Geçmişini, kimliğini “unuttu”, o günlere dair tek kelime konuşmadı, hatta bazıları tümden sessizliğe gömüldü.
Buna kendi coğrafyamızda da bizzat tanık olduk. Ermeni soykırımı ve Dersim katliamı sonrasında kaçırılan ya da sürgün edilen kızların evlere “sığıntı” olarak verildiğini, oralarda evlendirildiklerini, yıllarca kimliklerini saklayarak yaşadıklarını, çocuklarının, torunlarının bile bu gerçeği bilmediklerini, bir biçimde öğrendiklerinde ise, “babaannem hiç konuşmazdı” dediklerini duyduk.
Onları bu duruma, “canlı cenaze” gibi yaşamaya mahkum edenin, işgaller, soykırımlar, katliamlar, yani savaş olduğunu biliyoruz. Ne yazık ki, bugün aynı manzara ile yine karşı karşıyayız.
Dinci-gericiliğin arkasında emperyalistler var
Kadınlar bugün de her tür cinsel tacize, tecavüze uğruyor, en sevdiklerinin katline tanıklık ediyorlar ve ardından bir mal gibi satılıyorlar. Ezidi kadınların 150 dolara IŞİD katillerine satıldığını duyuyoruz mesela. Suriye’den Türkiye’ye sığınan ailelerin, genç kızlarını 20-30 bin liraya yaşlı bir erkeğe “kuma” verdiğini ve o genç kızların, “ailelerini kurtarma” adına buna boyun eğdiklerini…
IŞİD katillerinin elinden kaçarak kurtulan bir genç kız, katillerin güzel kızları seçip yanlarına alarak götürdüklerini söylüyor. Zaten artık pazarların kurulduğunu, kız çocuklarının ve kadınların buralarda satıldığını bilmeyen yok! Nijerya’da da “Boko Haram” denilen terörist örgüt, sürekli kız çocuklarını kaçırıyor ve satıyor, ya da “bakire olarak cennete gitmesinler diye”, tecavüz ederek öldürüyor. Ve bütün bunlar “modern dünya”, “çağdaş topluluk” olarak adlandırılan emperyalist-kapitalist sistemde gerçekleşiyor.
Bunların tek müsebbibinin “radikal dinci gruplar” olmadığı aşikardır. Her şeyden önce bu grupları bizzat kuran, büyütüp besleyen emperyalistler ve işbirlikçileridir. Hepsinin arkasında, dayandıkları emperyalist bir güç vardır. Şimdi IŞİD’e karşı topyekün savaş açıyor görünmeleri, bu gerçeği ortadan kaldırmıyor.
Diğer yandan kadına yönelik vahşet, sadece bugünkü savaşta yaşanmadı, daha önceki savaşlarda da benzer örnekleri görüldü. Yugoslavya’nın parçalanması sırasında Bosnalı kadınların yaşadıkları hatırlardadır. “Doğu Bloku”nun yıkılmasının ardından, o ülkelerdeki kadınların nasıl fuhuşa sürüklendiğini biliyoruz. Ve fuhuş sektörünün ağababalarının emperyalist burjuvalar olduğunu da…
Yaşanan savaş, emperyalist bir paylaşım savaşıdır. Bunu emperyalistler şu ya da bu terörist gruplarla, ulusal-mezhepsel ayrımları kışkırtarak yapabilir. Bu gruplar aracılığıyla büyük bir şok ve dehşet yaşatabilirler. Ki savaşlarda kitle üzerinde hakimiyet kurmak için bu yöntemler hep denenmiştir. II. Emperyalist savaşta Nazi ordularının “yıldırım savaşları” ve akıl almaz işkenceleri, bugünün terörist gruplarının yaptıklarından daha az dehşet verici değildi. Ya da ABD’nin Vietnam’da, Afganistan’da, Irak’ta yaptıkları…
Bu gerici terörist grupların arkasında emperyalizmin olduğunu bilerek, ikisine karşı birlikte mücadele edilmelidir. Başka türlü savaşı durdurmak mümkün değildir.
Direnen kadınlar geleceğin aydınlık yüzüdür
Genel olarak savaşlarda, özelde emperyalist savaşlarda insanlık büyük bir kıyım ve acı yaşadı. Ama savaşlar, sadece vahşetten, işkenceden, katliamlardan ibaret değildir. Aynı zamanda insanlığın buna karşı geliştirdiği bir direniş, bir mücadele vardır.
Savaşın ağır sonuçlarını en fazla çeken kadınlar, ona karşı mücadelenin de başını çektiler. Savaş ortamı kadını da değiştirdi. Her güçlükte olduğu gibi, ona teslim olmayıp direnmeyi seçenler, bu ortamdan daha sağlam ve güçlenerek çıkmayı başardılar. Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, yaşadıları vahşet karşısında intihar eden, ya da yaşamla bağlarını koparanlar olduğu kadar, ona karşı mücadele yolunu seçenler de vardı. Ve onlar, sadece kendilerinin değil, insanlığın onurunu ve geleceğini de kurtardılar.
İlk köle ayaklanması Spartaküst’ten Fransız Devrimine, Paris Komünü’nden Ekim Devrimi’ne, Nazi zulmüne ve işgallerine karşı direnişten, Çin, Vietnam, Küba’ya kadar, bütün ayaklanma ve devrimlerde kadın direnişçilerini görürüz. Onların varlığı, bu direnişlerin zaferle sonuçlanmasında belirleyici önemdedir. Onun içindir ki, Lenin “kadın olmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadın kurtulmaz” demiştir. Ve bu gerçek kendini bugün de tüm şiddetiyle ortaya koymaktadır.
İşte Rojava’da elde silah çarpışan Kürt kadınları, bu gerçeğin bilincinde olarak savaşıyor. Tıpkı kendinden önceki direnişçi kadınlar gibi, onurlu bir şekilde yaşamak için başka bir seçeneklerinin olmadığını biliyorlar. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin Ortadoğu’yu sokmak istedikleri Ortaçağ karanlığında en çok kendilerinin ezileceklerini, yok olacaklarını görüyorlar. Hem ülkeleri, hem de kendileri için savaşıyorlar. Ve gelecek günlerin aydınlık yüzünü temsil ediyorlar.
Diğer bölgelerden farklı olarak Kobani’deki direnişin böylesine güçlü olmasında, hiç şüphesiz kadınların bu direnişte yer almalarının büyük bir rolü var. Nerede kadınlar direnişin en ön saflarında ve kitlesel olarak yer almışlarsa, orada zafer yakınlaşmıştır. O yüzden de savaştaki komutanlar, önce bu kadınları hedef almışlardır. Latin Amerika’da faşist bir generalin “önce kadınları vurun” sözü, bu gerçeğin en açık itirafıdır. Keza Paris Komünü sırasında kadınların gösterdikleri büyük direniş üzerine bir Prusya subayının sözü, oldukça çarpıcıdır: “Eğer Fransız ulusu yalnızca kadınlardan olsaydı, ne korkunç bir ulus olurdu!”
Alman faşizmine karşı kadınların direnişi de öylesine görkemli bir hal almıştır ki, bir SS generali olan Jürgen Stroop, 1949 yılında Varşova Makotow Cezaevinde iken şunları söyleyecektir:
“Bu kızlar insan değildi; belki tanrıça ya da şeytandılar. At cambazları gibi soğukkanlı ve becerikliydiler. Çoğunlukla iki elle de silah kullanabiliyorlardı! İnat ve dayanıklılıkla sonuna kadar savaştılar…Ve bunlara yaklaşıldığında daha tehlikeli oluyorlardı. Adamlarımız onlara birkaç adım yaklaşsın, hemen eteklerinin altına gizledikleri bombaları kapmalarıyla yıldırım gibi SS grubunun ortasına fırlatmaları bir oluyordu… Böyle durumlarda hep ölü ve yaralılarımız olurdu, bu nedenle artık bu kızların tutsak alınmaması, kesinlikle fazla yakına gelmelerine izin verilmemesi ve güvenli bir uzaklıktan makineli tabancayla öldürülmeleri emrini verdim.” (aktaran İngrid Strobl, Silahlı direnişte kadınlar, Belge Yay, sf 16)
“Savaş ve kadın” denilince, sadece savaşın kadın üzerindeki yıkımını değil, direnişini de anlatmak gerekir ki, biz asıl bunun üzerinde duracağız. Çünkü komünist ve devrimciler, sadece savaşa karşı çıkmakla kalmaz, ona karşı savaşırlar ve kitleleri savaşmaya çağırırlar. Savaşı gerçek anlamda durdurmanın tek yolunun bu olduğunu bilirler. Kadının kurtuluşu da kendini ezen bu sisteme ve onun çıkardığı savaşlara karşı savaşmaktan geçmektedir.
Devrimler ve kadın
Fransız devriminden itibaren kadınların giderek artan oranda mücadeleye atıldığını görüyoruz. Esasında kadınlar tüm devrimlerde yer almışlar ve önemli bir rol oynamışlardır. İlk burjuva devrimi olan Fransız devriminde, ona önderlik eden burjuvalar, toplumun diğer kesimlerini de kucaklayacak şekilde “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” sloganlarını yükseltince, kadınların bu kavramlara, özellikle “eşitlik” talebine kayıtsız kalması düşünülemezdi.
Hatta ilk feminist hareketin doğuşu, bu dönemde ve bu talep etrafında şekillenmiştir. Kadınlar, bu dönemde kendi örgütlerini (kulüpler) kurdular, güzel konuşma yetenekleriyle, tarih ve felsefe bilgileriyle sivrildiler. Kendi demokratik sloganlarını da geliştirdiler: Toplumsal ve siyasal yaşamda “eşitlik!” Burjuvazinin “bütün insanlar doğuştan özgür ve eşittir” şiarı, çıkış noktaları oldu. “Eğer bütün insanlar doğuştan özgürse, nasıl oluyor da bütün kadınlar köle doğuyor?” diye sordular. Burjuvazinin “İnsan Hakları Bildirgesi”ne, cinslerin eşitliğine dayanan “Kadın Hakları Bildirgesi” ile karşılık verdiler.
Bu hareket, hızla varlıklı burjuva ve küçük-burjuva sınıfın kadınlarını da sardı. Yalnız Paris’te değil, kırsal alanlarda da kadın örgütlenmesi yaygınlaştı. Fakat burjuva kadınların “demokrasi ateşi” hızlı söndü. “Kadınların erkeklerle rekabet etmesi gereksizdir” diyerek, devrim öncesinden kalmış yöntemlerle “erkeklerin kalpleri”ni kazanmayı, onlar aracılığıyla “yönetmeyi” tercih ettiler. Daha da önemlisi, zengin kadınların öncülüğünü yapanlar, kralın idam edilmesine karşı çıktılar ve devrimin daha ileri gitmesini istemediler.
Devrimin asıl kitlesini ise, yoksullar, onların içinde de yoksul kadınlar oluşturuyordu. Kent yoksullarının eşleri, çalışan ve zanaatkar kadınlar, hizmetçiler, yalnızca kralın sarayından değil, zengin burjuvaziden, savaş ve kıtlıkta köşeyi dönmüş vurgunculardan da nefret ediyorlardı. Ve onların hareketi kısa zamanda feminizmden ayrıldı. Parisli ve taşralı devrimci kadınlar, karşı-devrimcilere karşı silahlanmaya ve savaşmaya hazır olduklarını ilan ettiler. Ülkenin her köşesinde “Amazon Taburları” kuruldu. Binlerce kadın, çocuklarını uyuturken bildiri okuyor, savaş ceketlerini dikiyor, mızrakları temizliyordu.
Fakat burjuvazi, iktidarı ele geçirdikten sonra ne yoksul kitlelerin ne de kadınların taleplerini yerine getirdi. Tüm kadın örgütlerini kapattı ve kadın hareketini bastırmaya yöneldi. Fransız Devrimi’nden umduğunu bulamayan devrimci kadınlar, daha sola yöneldiler. Biçimsel eşitliği değil, gerçek sosyal eşitlik talep eden ve “öfkeliler” olarak adlandırılan devrimci akıma katıldılar. Bu talepler için dövüşmeye devam eden kadın ve erkekleri burjuvazi giyotine yolladı. Bu gelişmeler üzerine kadın hareketinin önderlerinden Mary Wollstonecraft, “Kadının idam sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır” diyerek, yüzyılı aşkın sürecek olan “oy hakkı” mücadelesini başlatacaktı.
Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte işçi-emekçi hareketi de gelişti. Ve bu hareketin içinde giderek artan oranda kadınlar yer almaya başladı. İşçi sınıfının ilk iktidar girişimi olan “Paris Komünü” ise, işçi kadınların kahramanlık destanlarına tanıklık etti. “Petrolcü kadınlar”dan, bir birliği yöneten kadın komutanlara kadar, kadınlar, ayaklanmanın başında yer aldılar. Onlar, Prusya askerlerinin üzerlerine doğrulttukları namlulara “Yaşasın Komün” diyerek karşı durdular. Ve Komün duvarlarında kurşuna dizildiler, günlerce kızıl akan Sen nehrine onların da kanı karıştı.
Ve tabi ilk sosyalist devrim olan Ekim Devrimi, aynı zamanda bir kadın devrimi oldu. Daha 1903 yılında kadınlar, parti programına “oy hakkı”nı, kadın emeğinin ve çalışan annelerin, çocukların korunması taleplerini yazdırdılar. Partinin “Merkez Komitesi” dahil birçok temel komitelerinde görevler aldılar, mücadelenin her cephesinde savaştılar.
Devrimden sonra da her alanda görev aldılar, çalıştılar. “Kadınların yapamayacağı hiçbir iş yoktur” diyerek en karmaşık makineleri bile öğrendiler. “Proleter kadın hareketi, biçimsel bir eşitlik için savaşım değildir” diyordu Lenin. “Kadının ekonomik ve toplumsal eşitliği için savaşımı temel görevi bilir. Kadını toplumsal üretim çalışmasına katmak, onu ebediyyen ve sadece mutfak ve çocuk odasına kapatan, köreltici ve aşağılayıcı ‘ev köleliği’nden kurtarmak – işte temel görev budur.” (Kadın Sorunu Üzerine, İnter Yay. Sf: 62)
Ve bu görev doğrultusunda kadınların her alanda eşit biçimde eğitim alması sağlandı. 1940 yılında 11 milyon çalışan kadının 170 bini mühendis ve teknisyendi. Tarım alanında da yüzbinin üzerinde kadın, biçer döver, traktör ve diğer tarım makinelerini kullanıyordu. Buralarda çocuk kreşleri, kadın doğum hastaneleri kuruldu. Okuma odaları, kütüphaneler, sinemalar oluşturuldu. 1950’de üniversite ve yüksekokul mezunu kadınlar, yüzde 42.3’ünü, yani yaklaşık yarısını oluşturuyordu. Okuma yazma bilmeyen ise kalmamıştı.
Ekim devrimi ve sonrasında kurulan ilk sosyalist devlet SSCB, halen kadın haklarının en ileri düzeyde sağlandığı tek yer olma özelliğini koruyor. Ne o dönemde, ne de sonrasında en demokratik burjuva devletlerde bile, bu haklara kavuşulamadı. Aksine sosyalizmin yıkılışından bu yana genel olarak demokratik hak ve özgürlüklerde, özelinde ise kadın haklarında çok ciddi bir gerileme yaşandığını görüyoruz. Tek başına bu gerçek bile, kadınların daha artan sayılarda devrim ve sosyalizm için savaşması gerektiğini gösteriyor.
Silahlı mücadelede kadınlar
Tüm devrimlerde ve ayaklanmalarda yer alan kadınlar, bu mücadelenin en üst biçimi olan “silahlı mücadele”ye de kitlesel biçimde katılmışlardır. Özellikle de Alman faşizmine karşı verilen “partizan savaşları”nda yer aldılar, ikinci emperyalist savaşta Alman faşizminin yenilmesinde çok önemli roller üstlendiler.
Bu kadınların sınıfsal olarak emekçi kesimlerden geldiği ve siyasal olarak da devrimci-komünist akımların içinde yer aldıkları bilinmektedir. Böyle olması doğaldı da. Çünkü mücadeleyi sonuna kadar götürecek bir kararlık, bu sınıfsal konumu ve siyasal duruşu gerektirmekteydi. Daha 14-15 yaşlarında atölyelerde, fabrikalarda çalışan, kazandıkları azıcık parayla evlerinin gereksinimlerini karşılayan genç kızlar, savaşa ve faşizme karşı mücadelenin çekirdeğini oluşturdular.
Alman faşizminin dünya ölçeğinde saldırısı başladığında, bunların ceplerine el ilanları sokuluyor, grev sözcüğü kulaktan kulağa fısıldanıyordu. İşgale karşı direniş başladığında hızla askeri eğitimden geçerek silahlı mücadelenin en ön saflarında dövüştüler. Onları buna faşizmin akıl almaz işkenceleri, katliamları, insanlık dışı uygulamaları itmişti. Fakat direnişleri yalnızca faşizme karşı duydukları nefretten ibaret değildi. Zaten önemli bir kısmı faşist işgaller veya darbelerden önce sömürü ve zulüm düzenine karşı mücadeleye atılmışlardı. Genel olarak egemen sisteme, kapitalizmin kadınları soktuğu cendereye karşıydılar. Düşmanın burnunun dibinde, her an ölüm tehlikesi altında savaşabilmeleri, başka türlü mümkün olamazdı. Düzenin “genç kadın” tiplemesini reddettiler, yasalarını çiğnediler, duvarlarını yıktılar.
İspanya iç savaşında direnen kadınlar gibi “diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmek yeğdir” dediler. Hepsi yaptıkları şeyin bilincindeydi, doğru ve gerekli, insana yakışır bir şey yaptıklarından emindiler. Toplumun temelden değişmesini, küçüklüklerinden beri katlanmak zorunda kaldıkları haksızlıkların ortadan kaldırılmasını istiyorlardı. O yüzden kendilerini devrime adamışlardı.
Cephe gerisinde de yer alabilirlerdi. Üniforma dikebilir, çorba pişirebilir, yaralılara bakabilirlerdi. Ama bu, daha önceki yaşamlarında yaptıklarını tekrarlamak olurdu. Anneleriyle aynı şeyi, cansıkıcı buldukları şeyleri yapmak olurdu. Cepheye gitmek, elde silah dövüşmek, yaşamlarını kökten değiştirecek tek yerdi. Kadın olarak “yazgılarını” değiştirmek, evin boğucu ortamından kurtulmak, güçlerini görmek istiyorlardı. Eski yaşamlarından tam anlamıyla koptular. Herşeylerini yoldaşlarıyla, silah arkadaşlarıyla paylaştılar. O kızlardan Dora Goldkom, “bu komünlerde bencilliğe, kışkançlığa, kavgaya, korkuya yer yoktur” diye anlatıyor. “Disiplin en temel kuraldı, böylesine aşırı ölçüde uygulanmasaydı, bir ölüm ve yıkım düzeni içindeki bu savaşı sürdüremezdik”. (Silahlı direnişte kadınlar, Belge Yay. Sf: 280)
Bu disiplin, faşizme karşı duydukları kin, öç alma duygusuyla birleşmişti. Ormanlarda, dağlarda, sokaklarda vurulan, kamplarda öldürülen yüzbinlerce kişinin öcünü almak için ant içtiler. Öç, bu acı ve vahşet ortamında, savaşmayı sürdürmek için meşru ve harekete geçirici bir duyguydu. Aynı zamanda yüksek ahlaka sahip insanlardı. “Asla bir tutsağa vuramazdım” diyorlardı mesela. Ya da her Almanın faşist olmadığını, hepsini “düşman” görmemek gerektiğini biliyorlardı.
“Bir Gestapo subayını, zırhlı limuzinine, küstahça özgüvenine, sınırsız gücüne karşın dize getiren her kurşun, ‘üstün’ insanların egemenliği karşısında kazanılmış bir zaferdi. Onlara dokunulmaz olmadıklarını, en güçlü sandıkları kalelerinin bile ele geçirilebileceğini gösterdiler. Ve bunu sarsılmaz bir kararlılıkla silahlanmış 17-18 yaşındaki genç kızlar yaptı. Eşit olmayan koşullarda verilen savaşın, ne kadar anlamlı olduğunu kanıtladılar.” (age sf 283)
Sonuç yerine
Savaşa ve faşizme karşı mücadelede, kadınların rolü, tarihsel olarak da kanıtlanmış, tartışılmaz bir gerçektir. Fakat buradan bütün kadınların haklıdan doğrudan yana olduğu ve bunun mücadelesini verdiği sonucu çıkarılamaz.
Kadınlar bir sınıf, toplumsal bir tabaka değil, bir cinstir. İşçi-emekçi kadın olduğu gibi, burjuva kadın da vardır. İlerici, devrimci komünist kadın olduğu kadar, gerici, faşist kadın da vardır. Ve bugüne dek yaşanan devrimlerde, ayaklanmalarda, cephenin her iki kesimin içinde de kadınlar yer almıştır.
Örneğin Fransız devriminde kadınlar, “barikatın her iki yakasında” bulunmuştur. Hatta “halkın dostu” olarak bilinen Fransız devriminin liderlerinden Marat’ı öldüren de Charlotte Corday (Şarlot Korde) isminde bir kadındır. Ya da yoksul kadınlar açlıktan kırılır ve “ekmek istiyoruz” diye isyan ederken, “ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler” diye karşılık veren Maria Antionette de bir kadındır.
Keza “92 konsepti” ile Kürt halkının en fazla katledildiği dönemin başbakanı olan ve “devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir” sözüyle tarihe geçen Tansu Çiller de bir kadındır.
Bugün de IŞİD gibi Ortaçağ karanlığını savunan terörist kanlı bir örgütün saflarında bile kadınlar bulunmaktadır. Bunların bir kısmı “kadın polis” görevini yapmakta, ele geçirdikleri yerlerde kadınları denetlemektedir. Propaganda filmlerinde kapkara çarşaflar içinde ellerinde silahla ateş eden kadınlar görülmektedir. Bunda IŞİD’in kitle desteği kazanma amacı olduğu açıktır. Ancak sadece Ortadoğu ülkelerinden değil, ABD ve Avrupa ülkelerinden de bazı genç kızların IŞİD saflarına katıldığı bilinmektedir. Emperyalist sistemin insanı hiçleştiren, amaçsızlaştıran, yabancılaştıran, üstelik ‘göçmen’ oldukları için horlayan, aşağılayan yaklaşımına karşı tepkiyle diğer uca savrularak dine sarılan gençler olması şaşırtıcı değildir. Bunların içinde sınırlı da olsa kadınlar da bulunmaktadır.
Temel fark şuradadır ki, hangi ideolojik kamuflajla gizlenirse gizlensinler “egemenler”in çıkarını savunanların cephesinde kadınlar, hem daha az yer alırlar, hem de daha geride tutulurlar. Ve gerçek niyetleri açığa çıktıkça, kadınların katılımı ve desteği daha da azalır. Ezilen-sömürülen kesimlerin cephesinde ise, kadınlar çok daha kitlesel katılım gösterirler ve en ön saflarda savaşırlar. Belki de hiç bir alanda olmadıkları kadar eşit biçimde erkeklerle aynı görevleri üstlenir, onlara komutanlık bile yaparlar. Bunun tarihte pekçok örneği vardır.
Savaşta en ağır yükü kadınların çektiği doğrudur. Ama bu asıl olarak işçi-emekçi, yoksul kadın için geçerlidir. Egemen sınıfın kadınları savaştan uzakta, korunaklı yerlerde ve yine konfor içinde yaşamlarını sürdürürler. Onların keyiflerini kaçıracak olan şey, rakiplerinin zaferidir; ama en büyük korkuları işçi ve emekçilerin iktidarı ele geçirmeleridir. Dolayısıyla savaşta da kadın sorununa sınıfsal yaklaşmak gerekir.
Bugün sınırlı da olsa IŞİD saflarında yeralan kadınlarla, Kobani de direnen kadınlar bir ve aynı görülebilir mi? Bir ulusal hareket olmasına karşın, Kürt hareketinde elde silah dövüşen genç kadınlar, büyük oranda yoksul, emekçi kesimlerdendir. Kürt burjuvalarının ya da toprak ağalarının kızları değil!..
Savaşın en sıcak cephesinde yeralabilmek, her tür zorluğuna katlanabilmek ve ölümü göze alabilmek ve bu savaşı sonuna kadar kararlılıkla sürdürebilmek, tıpkı Alman faşizmine karşı elde silah dövüşen genç kızlar gibi çocukluktan itibaren çalışmış olmayı ve toplumsal bir dönüşüm, bir devrim isteğiyle tutuşmayı gerektirir.
Kaynaklar
Fransız devriminde kadınlar (Galina Serebryakova, Evrensel Yay)
Silahlı direnişte kadınlar (İngrid Strobl, Belge Yay)
Kadın Sorunu Üzerine (Lenin, İnter Yay)
Seçimler ve Kadın (PDD, Mart 2014)