Yayınevimiz tarafından çıkartılan Feminizm mi Sosyalizm mi adlı kitabın
Giriş bölümünü yayınlıyoruz.
Kadının kurtuluşu için “feminizm mi, sosyalizm mi” sorusunu sormak bile abes karşılanabilir; öyledir de. Gerek teorik, gerekse pratik olarak kadının kurtuluşunun sosyalizmden geçtiği kanıtlanmıştır çünkü. Fakat çoğu kez bizim için son derece açık olan bir sorun, geniş kitleler için aynı açıklıkta görülmeyebilir. Ya da dönemsel gerileyişler, daha önceden “defteri dürülmüş”, geçmişte kalmış akımların yeniden siyaset sahnesinde yer almasını, popüler hale gelmesini sağlayabilir. Bu durumda geçmişte verilmiş çok yönlü mücadeleyi yeniden hatırlatmak, aynı zamanda bugünkü biçimleriyle de bir kez daha mücadele etmek zorunlu hale gelir.
Feminizm de bu durumdadır. Tarihsel olarak miyadını doldurmuş ve proleter kadın hareketi karşısında yenilmiş olmasına rağmen, feminizm son yıllarda giderek yaygınlık kazanıyor, güçleniyor. Özellikle ülkemizde 15-20 yıl öncesine kadar, orta sınıf kadınların marjinal eylem ve örgütlenmeleri ile sınırlıyken, bugün neredeyse “kadın hakları için mücadelenin tek yolu” olarak gösteriliyor. Ve ne yazık ki, devrimci hareketlerin içine de her geçen gün daha fazla nüfuz ediyor.
Zaten durumu daha vahim kılan, günümüzde feminizmin güçlenip yaygınlaşmasının, kendilerine “devrimci”, “sosyalist” diyen kadınlar aracılığıyla gerçekleştirilmesidir. “Sosyalist feminizm” adıyla, feminizmin devrimci hareketlerin içine sokulmuş olmasıdır.
Her şeyi psikoloji ile, onu da cinsel güdülerle açıklayan Freud ile Marks’ı birleştirme iddiasıyla ortaya çıkan From ne kadar Marksistse; feminizmle sosyalizmi birleştirmeye çalışanlar da o kadar sosyalisttir! Bu tür birleştirme çabaları, bugüne kadar birçok kez denendi. Ama her taklidin aslını güçlendirmesi gibi, bu çabalar da sözkonusu akımları güçlendirdi. Feminizm konusunda da yaşanan budur.
“Sosyalist feministler” bir burjuva akım olan ve en fazla orta sınıf kadınlarını kucaklayan feminizme, adeta “hayat öpücüğü” sundular ve onun asla ulaşamayacağı işçi-emekçi kadınlara doğru yayılmasına önayak oldular. Bunu ne kadar başardıklarından bağımsız olarak, yapmaya çalıştıkları şey son derece tehlikeli ve zararlıdır. Ve başta ideolojik olmak üzere her tür mücadeleyi zorunlu kılmaktadır.
* * *
Feminizmin güçlendiği son 20 yıllık dönemde, dünyada ve ülkemizde kadın hakları yönünden gelişmelere kısaca bir gözattığımızda, nasıl bir gerileyiş içinde olduğumuzu görebiliriz.
Kadına dönük sınıfsal ve cinsel saldırılar, emperyalist ülkeler başta olmak üzere tüm dünyada artıyor. Emperyalist ülkeler, 11 Eylül sonrasında sadece devrimcilere ve kitle hareketlerine değil, kadın haklarına dönük saldırılarda da pervasızlaştılar.
Geri bıraktırılmış ülkelerde yaşananlar ise, ürkütücü boyutlara ulaştı. Hindistan’da kadınlara toplu tecavüzler, Mısır ve Libya’da şeriat ilan edilmesi ve direnen kadınlara dönük cinsel saldırılar, Afganistan’da ve Ortadoğu’da ABD’nin işgali başladığı andan itibaren kadınları örtünmeye ve eve kapanmaya zorlayan radikal dinci örgütlenmelerin güçlenmesi, cins olarak kadının yaşadığı saldırıların sadece bazılarıdır.
Ülkemizde ise, -özellikle AKP hükümetleri döneminde- kadın haklarına dönük saldırılar, sistemli bir biçimde tırmanmaktadır. Kadın cinayetlerindeki artıştan kürtaj konusunda örtük yasaklamalara, kız çocuklarının türbana sokulmasına zemin hazırlayan 4+4+4 eğitim sisteminden ev içinde kadının konumunun düşürülmesine kadar, her alanda olağanüstü bir saldırı dalgası estirilmektedir. Bunda AKP’nin dinci-gerici karakterinin etkisi olmakla birlikte, asıl belirleyici olan, devrimci mücadelenin geriye düşmüş olmasıdır. Burjuvazinin, sömürüyü genel olarak artırma çabasında, kadına daha büyük bir pay düşmüştür. Yani asıl sorun, hükümetteki partinin kimliği değil, burjuvazinin sınıf olarak yönelimidir. Emekçi kadının dünya genelinde yaşadığı hak kayıplarını, farklı dozlarda bizim ülkemiz de yaşamaktadır.
Bütün ülkelerde işçi sınıfının yaşadığı hak kayıplarıyla beraber kadının iş güvencesi giderek azalmakta, çalışan kadın sayısı düşmekte; parlamento gibi kurumlara sembolik olarak kadınların girmesine rağmen, kadının iş ve sosyal yaşamdaki yeri giderek daralmaktadır. Buna, reel ücretlerinin düşmesini, sosyal haklarını kaybetmelerini de eklemeliyiz.
* * *
Feminizmi güçlendiren zemini de bundan ayrı düşünemeyiz. Asıl neden, genel olarak sosyalizmin yenilgisi, devrimci yapıların güç ve prestij kaybıdır.
İlk olarak Fransız devrimiyle ortaya çıkan feminizm, devrimde aradığını bulamadı. Çünkü burjuvazi, iktidara geldiği andan itibaren gericileşti ve kadınların hiçbir talebini yerine getirmedi. İlk kırılma ve yol ayrımı da o noktada yaşandı. Burjuvazinin kadınlara ve yoksullara hiç bir şey vermediğini gören kimi kadınlar, bu kez burjuvaziye karşı savaş açtılar ve feminizmden koptular. İlk ortaya çıktığında ilerici bir nitelik taşıyan feminizm, burjuva kadınlarla sınırlı kaldı ve gericileşti.
19. yüzyılın sonunda proleter kadın hareketi gelişmeye başladı. Bunun karşısında feminizmin hiç şansı yoktu. Çünkü feminizm, işçi-emekçi kadının sorunuyla ilgilenmiyordu; sistemin değişmesini değil, düzeltilmesini istiyordu. 1917 Ekim Devrimi ile birlikte açılan “proleter devrimleri çağı”nda ise, hem ideolojik-siyasal, hem de tarihsel olarak geriye düşmüştü.
Dünyanın ilk proleter devleti olan Sovyetler Birliği, kadın hakları konusunda da çığır açtı. O güne dek en ileri burjuva devletin bile gerçekleştirmediği hakları yaşama geçirdi. Kadının kurtuluşunun işçi sınıfının kurtuluşuyla birlikte olacağını somut olarak gösterdi. Bu yıllarda feminizm dibe vurdu.
Ne zaman ki, başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalizmden geriye dönüşler başladı ve revizyonizm baskın hale geldi, feminizm de güçlenmeye başladı. Avrupa’da feminizmin en parlak dönemi olan ‘70’li yıllar, “Avrupa komünizmi” denilen revizyonist-reformist partilerin büyüdüğü yıllardır. Proleter devrimlerin karşısına “barışçıl devrim”le çıkan, parlamentoda çoğunluğu ele geçirmeyi esas alan bu partiler, kadın sorununda feminizmi beslediler. Burjuvazi, sosyalizm tehlikesine karşı bu partileri ve feminizmi destekledi, önlerini açtı.
Ülkemizde ise 12 Eylül sonrası yenilgi dönemi ve tasfiyecilik, feminizme kan taşıdı. ‘90’ların ikinci yarısından itibaren Kürt ulusal hareketinde başgösteren gerilemeyle birlikte, feminizm adeta ‘altın çağını’ yaşama başladı.
* * *
Tasfiyecilik, siyasette reformizmi güçlendirmiştir; reformizmin kadın sorunundaki karşılığı ise feminizmdir. Feminizm bu nedenle her noktadan reformizmin kalıplarını kullanır: İdeolojide sınıf uzlaşmacılığı, siyasette düzen-içilik, örgütlenmede yataylık, gevşeklik, şekilsizlik…
Feminizm mücadele hattını “kadın bedeni”ne odaklar ve “ataerkil” yaklaşımlara karşı tepki gösterir; böylece dikkatleri emperyalist-kapitalist sistemin özünden uzaklaştırır. Proleter kadının, burjuva kadınla birlikte proleter erkeğe karşı savaşmasını öğütler; böylece proleter kadını sınıf kardeşine düşmanlaştırır, kadın sorununun kaynağının sınıfsal olduğunu gözlerden gizler.
Örneğin, işçi-emekçi erkeklerin de “erkek egemen toplum”un erkeğe sunduğu nimetlerden yararlanarak kadınları ezdiğini söyler de; burjuva kadının sınıfsal konumunu kullanarak işçi-emekçi kadını ezdiğini-sömürdüğünü söylemez.
Bütün bunlar, kadın hakları için feminist içerikteki mücadelenin son derece güçsüz ve etkisiz kalmasını kaçınılmaz hale getirir. Zaman zaman, konjonktürel etkilerle ve asıl olarak da kitle hareketindeki genel yükselişin etkisiyle kadın haklarında kimi iyileştirmeler olsa da, feminist hareketin kendi başına mücadele ederek elde ettiği herhangi bir hak, ne dünyada ne ülkemizde yoktur. Çünkü kadının “cins olarak” taleplerinin de, “sınıf olarak” vereceği mücadeleden bağımsız karşılanması ihtimali yoktur.
Mesela kürtaj hakkı, 1970’lerde bütün dünyada esmekte olan anti-emperyalist ve devrimci dalganın bir sonucu olarak pekçok ülkede yasalaşmıştır. Mesela, genel oy hakkı, Fransız devrimindeki kadınların talebi olarak ortaya çıkmış olsa bile, 1917’ de Ekim Devrimi’yle birlikte hayat bulmuştur. Mesela, ülkemizde kadın kotası ve eşbaşkanlık sistemi, Kürt siyasal hareketinin yükselişi üzerinden yaygınlaştırılabilmiştir. Diğer taraftan, feminist hareketin son yıllarda en önemli gündemi olan kadın cinayetleri konusunda etkili bir mücadele ve sonuç alıcı en küçük bir yasal düzenleme gerçekleştirilmesi mümkün olmamıştır; devrimci hareketin genel yükselişi koşulları dışında gerçekleştirilmesi ihtimali de yoktur.
Zaten feminizm, işçi-emekçi kadınların sınıfsal taleplerini hiçbir zaman gündemine almamış, hatta bu talepleri savunan kesimlerle arasına mesafe koymuştur. Onun mücadelesinin odağında genel olarak “kadın sorunu” bile değil, burjuva, küçük-burjuva kadınların sorunları ve talepleri bulunmaktadır. Oy hakkından miras hakkına, kürtajdan cinsel özgürlüğe, kadına yönelik şiddetten tecavüze kadar, öncelikle mülk sahibi burjuva, küçük-burjuva kadınların işine yarayacak taleplerin peşine düşmüştür de; “eşit işe eşit ücret”, “işyerinde kreş hakkı”, “toplu yemekhaneler” gibi asıl olarak işçi-emekçi kadınların yaşam ve çalışma koşullarını rahatlatacak hiçbir talebi, mücadele programına almamış, bu konularda tek bir adım bile atmamıştır. Çünkü bu talepler, özünde sınıfsal taleplerdir ve burjuvazinin çıkarlarına ters düşmektedir.
Mesela Çarlık Rusyası’nda feministlerin düzenlediği kadın toplantılarında işçi kadınların talepleri (eşit işe eşit ücret, kreş, uzun çalışma saatlerinin kısaltılması, patronların insanca davranması vb.) feministler tarafından tartışılmadan reddedilmiştir. “Kadınların Eşitliği için Birlik” adlı feminist örgütün toplantıları, işçi kadınların merakla gelip, hıza uzaklaştığı yerler olmuştur. Diğer taraftan, feministlerin çalışma programları içinde “hizmetçi kadınlarla kadın işverenler arasında huzurlu iş ortamını sağlamak” gibi, gerçekleşmesi ancak işçi kadınların ezilmesine bağlı girişimleri vardır. Ve elbette bu “huzurlu iş ortamı” talebi, evdeki “yardımcı kadınlar”ın değil, onları çalıştıran burjuva, küçük-burjuva kadınların talebidir.
Bu durum sadece Rusya ile ve 1900’lerin başıyla sınırlı değildir. Avrupa’dan Amerika’ya ve günümüze kadar uzanan genel yaklaşımdır. 1970’lerde, işçi kadınlar doğum izni için mücadele ederken, ABD’li feminist örgütler buna karşı durmuştur. Bu talepler, orta sınıf kadınların erkeklerle arasındaki kariyer rekabetinde aleyhlerine kullanıldığı için de karşı çıkmaktadırlar.
Böylesi bir nesnellik nedeniyle de, feminizm hiçbir dönem işçi-emekçi kadınlar arasında yaygınlaşmamış, “orta-sınıf kadınlar”ın hareketi olarak kalmıştır. Çünkü feminizmin öncelikle erkek egemenliğini hedef alan karakteri, işçi-emekçi kadınların dünyasına yabancıdır.
* * *
Feminizm, genel olarak sosyalizme, sosyalistlere ve devrim fikrine karşıdır. Bugün feminizmin kimi dallarının “sosyalist feminizm”, “Marksist feminizm” gibi isimler kullanmalarına rağmen bu böyledir.
Günümüzde “İslami feminizm”den, “anarşist feminizm”e, “liberal feminizm”den “radikal feminizm”e kadar sayısız çeşitlilikle feminizm icad edilmiştir. Ancak başındaki takısı ne olursa olsun, sözkonusu isim tamlamalarında, “nitelenen” ve “tanımlanan” kelime “feminizm”dir. Özünü, ruhunu, felsefesini, ideolojisini, sınıfsal kimliğini “feminizm” kelimesinden almaktadır.
Mesela “sosyalist feministler”, hem kadınlara baskının sorumlusu gördükleri “erkek egemenliği”ne, hem de işçi sınıfının sömürüsünden sorumlu olan kapitalizme karşı mücadele ettiklerini söylerler. Oysa bir işçi kadının, sınıf mücadelesinde burjuvaziye karşı erkek işçilerle birlikte; cins olarak ise, burjuva kadınlarla birlikte erkek işçilere karşı mücadele etmesi mümkün değildir. Ya işçi sınıfı olarak sermayeye karşı birleşecek; ya da bütün sınıflardan kadınlar, bütün sınıflardan erkeklere karşı biraraya gelecektir. İkisini birlikte yürütmek mümkün olmadığı gibi, eşyanın tabiatına da aykırıdır. Burjuva kadınla, onun hizmetçisi-çalışanı olan kadın, hangi taleplerle biraraya gelecek ve birlikte mücadele edecektir?
Kısacası “sosyalist feministler”in, kendi deyimleriyle Marksizmi feminizmle birleştirme çabası, böylesine paradokslarla dolu ve yaşama aykırıdır. Gerçekte feminizme kan taşımaktan başka bir anlam ifade etmez.
Başına hangi sıfat getirilirse getirilsin, feminizmin özü -ton farklarıyla- aynı kalmaktadır. “İslami feminizm” Kuran’ın kadını ikinci sınıf gösteren ve aşağılayan bütün ayetlerini feminist bakış açısıyla yorumlamaya çalışırken; “sosyalist feminizm” kadın mücadelesine “sınıfsal” bir sos bulaştırmaktadır sadece. Özde ise, bütün feminist akımlar, kadının “erkek” tarafından ezildiğinde ve kurtuluşunun “erkeğe karşı” verilecek mücadeleyle gerçekleşeceğinde hemfikirdirler. Bunun yanında söyledikleri herşey, birer teferruattır, bu özü değiştirmemektedir.
* * *
Feminizmin, sosyalizme duyduğu düşmanlık öylesine boyutludur ki, sosyalizme söylem düzeyinde bile tahammül edememektedir. 2013 yılının 8 Martı’nda, İstanbul’da yaşanan ayrışma, bu yönüyle çarpıcıdır.
Devrimci örgütlerle kadın platformu arasında zaten bir ayrışma uzun yıllardır sözkonusuduydu. Devrimci örgütlerin önemli bir kısmı, “Devrimci 8 Mart Platformu” içinde ve “kadın-erkek elele mücadeleye” sloganıyla 8 Mart kutlamalarını gerçekleştirirken; bir kısmı ise, siyasette reformizme ve kadın sorununda feminizme yakınlaştıkça, kadın platformunun “erkeksiz” ve feminist 8 Martı’na katılmak için uğraşıyordu. Bu kesimin, erkekleri dışlamak, erkeğe karşı mücadele etmek vb konularda feminist jargonun ve tarzın bütün gereklerini yerine getirmelerine rağmen, yer yer kadının sınıf olarak ezildiğinden de sözetmeleri, feministlerden büyük tepki alıyordu. 2013 yılında ise feminist örgütler, “sosyalist feminist”leri de dışlayarak ayrı bir 8 Mart örgütlediler.
Feministlerin, özünde feminist bile olsa “sosyalist” önekini alanlara karşı bu tahammülsüzlüğü; kadın sorununun çözümünde sosyalizmin gerçek bir örnek yaratabilmiş olmasına, gerçekte kadın sorunu ile sadece sosyalizmin yan yana gelebilmesinedir.
Feminizm, kapitalist sömürü sistemini fazla rahatsız etmeden, sistemin özüne dokunmadan kadın sorununun çözülebileceğini vaazetmektedir. Çünkü feminizm burjuva ideolojisidir ve burjuva kadının haklarını savunmaktadır. Kapitalizmin özüyle bir sorunu yoktur; burjuva kadınların, kapitalizmin “nimetleri”nden faydalanma düzeyini artırmakla ilgili talepleri vardır. Bu nedenle, bütün kazanımlarını düzenin temel kurumlarına dokunmadan gerçekleştirmeye çalışırlar.
ABD’de 1990’lı yıllarda feminist örgütler “kürtaj hakkı” için yürüttükleri faaliyetlerde, bütün enerjilerini ve bütçelerini kürtajı yasalaştıracağını söyleyen Demokratlar’ın seçim kampanyalarına harcamıştır. Çarlık Rusya’sında feminist örgütler, “kadınlara oy hakkı” karşılığında, I. Emperyalist savaşa girmeyi savunmuştur.
Feminizmin sosyalizme olan düşmanlığı, özellikle Sovyetler Birliği’nde kadınların kazanımlarına karşı saldırganlıkta kendisini gösterir. Sosyalizmin de kadın sorununu çözmediğini, bu nedenle sosyalizmde bir çıkış aramamak gerektiğini söylerler. Kadın hakları konusunda bütün olumlu örnekleri, İsviçre başta olmak üzere Avrupa’nın kapitalist ülkelerinden verirler. Onlardan çok daha fazlasını başarmış olan sosyalizmin, hatta Küba, Çin vb halk demokrasisi ülkelerinin muazzam örnekleri, feminist literatüre hiç girmez. Bilinçli bir şekilde görmezden gelir, unuttururlar.
Bu tutumları, her türden feminizmin bir burjuva ideolojisi olduğunun en açık göstergelerinden biridir.
“Sosyalist feminist”ler ise, “sosyalizmin zaten nihai çözümü getirmeyeceği” gerçeğinden hareketle, SB’de kadın hakları konusundaki devasa kazanımlardan daha fazla “eksiklikleri” üzerinde dururlar. Ve hemen arkasından, Stalin’e bir de kadın sorunu üzerinden saldırmaya kalkarlar.
Kadın sömürüsünün kaynağında özel mülkiyet olduğuna göre, özel mülkiyet düzeni tümüyle ortadan kalkmadan kadın sorunu da çözülmeyecektir. Sosyalizm özel mülkiyeti kaldırdıkça, kadının kurtuluşu konusunda da ilerleme kaydeder. Özel mülkiyetin tümüyle kalkacağı toplumsal sistem komünizmdir; kadın sorunun tümüyle çözüleceği sistem de komünizmdir.
Sosyalist Sovyetler Birliği, kadının gerçekten önemli kazanımlar elde edebildiği, hem sınıfsal hem de cinsel anlamda kurtuluşunun ilk adımlarının atıldığı en somut örnektir. Sömürücü toplumların başlangıcından bugüne, kadın haklarının en ileri noktaya geldiği yer, sosyalist SB’dir.
Elbette ki, yaklaşık 30 yıllık sosyalizm deneyimi içinde (ki bunun önemli bir kısmı iç savaşlarla, II. Emperyalist savaşla ve bunların yarattığı yıkımlarla geçmiştir), sosyalist inşanın genelinde olduğu gibi kadın hakları konusunda da kimi eksiklikler, hatta yanlışlar olabilir. Ancak bunlar kadınların muhteşem kazanımlarını gözden düşürmek, sosyalizmi yıpratmak, SB’yi ve Stalin’i “başarısız” göstermek adına yapılıyorsa; orada, sosyalizmi küçültmeye-burjuva ideolojisini güçlendirmeye çabalayan özel bir hesap sözkonusudur.
* * *
Feminizmin örgütlenme modeli de, ideolojisine uygundur. Ayrı kadın örgütleri kurmak, ayrı kadın toplantıları düzenlemek, ayrı kadın eylemleri örgütlemek, feminizmin genel tutumudur. İşi, kadınların örgütlediği eylemlere destek vermek için alanda bulunan erkeklere, hatta alandaki erkek simit satıcılarına, erkek gazetecilere saldırmaya kadar vardırmışlardır.
Toplumun yarısı kadındır; ama toplumun yüzde 90’ı, kadınıyla erkeğiyle işçi-emekçi kitlelerdir. Burjuva kadını kazanma adına, proleter-emekçi erkeği dışlamak, kadınların hak alma mücadelesini bilinçli olarak darbelemek, burjuvazinin “böl-parçala-yönet” taktiğine destek sunmaktır.
Hiçbir cins, sınıfsal konumundan bağımsız olarak düşünmez. Yaşam karşısında öncelikle sınıfsal kimliğiyle bulunur. “Bağımsız”lık, burjuva ideolojisine entegrasyondan başka birşey değildir. Benzer biçimde “bağımsız kadın örgütleri” kurmayı savunmak da, burjuva ideolojisinin bir yansımasıdır.
Kadın sorunu elbette ki, önemli bir konudur ve özel olarak ele almayı, özel bir kadın çalışması yürütmeyi gerektirir. Ancak bu çalışma, sınıf kardeşleriyle birlikte aynı çatı altında yürütülmelidir. Sendikaların kadın komisyonları geniş kadın kitlelerini kazanmak için özel ve yoğunlaşmış bir faaliyet yürütmelidir; fakat bu çalışma sendikanın çatısı altında olmalıdır, ayrı bir kadın sendikası kurmak biçiminde değil. Benzer biçimde, parti örgütlenmesinin de, kadın kitleleri örgütlemek ve eyleme seferber etmek, ileri çıkan unsurlarını kadrolaştırmak ve önlerini açmak için, özel politikalara, örgütsel biçimlere ihtiyaç vardır ve bu vazgeçilmez önemdedir. Ancak hiçbir alanda bağımsız kadın örgütlenmeleri oluşturulması doğru değildir.
* * *
İlkel topluluklarda, kadın ve erkek arasındaki ilk toplumsal işbölümü gerçekleşmeden önce, kadınlarla erkekler arasında fiziksel güç farklılıkları da sözkonusu değildi. İlkel toplulukların savaşçı ve avcı kadınları, bunun somut örneğidir. Kadın ve erkek arasında işbölümünün gerçekleşmesinden bugüne, kadınların anatomisi, kas ve kemik yapısı da, yaptıkları tarım ve ev işlerine bağlı olarak farklılaştı.
Sonrasında sömürücü egemen sınıflar, bu gerçeği kadınlar üzerindeki baskıyı artırmanın araçlarından, gerekçelerinden biri haline getirdiler. Mesela kapitalizmin yeni geliştiği dönemlerde, kadınların ancak sanat ve edebiyat alanında gelişebileceği, tıp vb pozitif bilimleri anlamayacağı iddia edilerek, kadınların üniversite eğitimleri sınırlandırıldı. Feodalizmde ise kadınların edebiyattan da anlamayacağı iddia ediliyor, ev işleri ve sanat dışında bütün alanlar kadınlara kapatılıyordu. Bugün yeniden vahşi kapitalizm döneminin argümanlarıyla çıkılıyor kadınların karşısına; üniversite sınavında sosyal bilimler kadınlara, fen bilimleri ise erkeklere ayrılıyor. Yapılan bir araştırmaya göre, liseli genç kızlar, “erkekler tarafından beğenilmeyecekleri” korkusuyla üniversite sınavlarında tıp ve mühendislik alanlarını yazmıyorlar.
Bugün, demokratik devrimin “kadın emeğinin korunması” talepleri kapsamında, kadınların ağır işlerde çalıştırılmaması, biyolojik özelliklerinin dikkate alınması sözkonusudur. Özellikle doğum izni gibi gibi maddeler, mutlak biçimde iyileştirmeye ihtiyaç duymaktadır.
Ancak sosyalizmin ekonomik inşasının ilerlediği aşamalarda, “kadınların yapamayacağı” işler giderek azalacak, kadın emeği ile erkek emeği arasındaki fark, komünist toplumda ortadan kalkacaktır.
Sosyalist Sovyetler Birliği’nde, bir yanıyla emperyalist savaş koşullarının yarattığı ihtiyaç ortamında, bir taraftan toplu spor, daha iyi beslenme, yaşamda refah düzeyinin artması gibi nedenlerle, madencilik ve ağır sanayi gibi “erkek işleri”nde çalışan kadınların sayısında hızlı bir artış sözkonusudur.
Sosyalist toplum, cinsiyetçi işbölümünü de, “kadınlar bu işi yapamaz” aşağılamasını da adım adım etkisizleştirecektir.
Bugün artan dinci-gericilik, kadın ile erkeği yaşamda birbirinden koparıyor, yaşam alanlarını ayrıştırıyor. Feminizm ise farklı gerekçelerle kadınla erkeği birbirinden koparıyor, birbirine yabancılaştırıyor, yer yer düşmanlaştırıyor. Özerk kadın alanları yaratmaya, kadınlarla ayrı toplantılar gerçekleştirmeye, erkekleri dışlamaya uğraşıyor. Kısacası birbirine zıt görünen bu iki akım, (feminizm ile dinci-gericilik) kadın ile erkeği birbirinden yalıtma konusunda objektif olarak aynı noktada buluşabiliyorlar.
Günümüzde bir yandan anneliğe övgüler dizilirken, bir yandan da kadın bedeni daha fazla cinsel nesne olarak kullanılmakta, aşırı zayıflık, yüksek topuklu ve dekolte giyimler “moda” olarak tüm kadınlara sunulmaktadır. (Öyle ki, ABD’de 10 yaşındaki kız çocuklarının yüzde 80’nin zayıflamak için diyet yaptığı saptanmıştır.) 1960’larda başlayan kadın bedenini belli bir kilo ile sınırla modası, 80’lerde 38 bedene, 2000’lerde ise 34 (sıfır) bedene kadar düştü. Bu trendler, kadın bedeninin erkeğin keyfi için varolduğu düşüncesinin, hem erkekler hem de kadınlar arasında yaygınlaşmasına yol açtı. Zaten amaç da, bu fikrin kabul görmesini, benimsenmesini sağlamaktı.
Kadın bedeninin cinsel bir nesne olarak pazarlayan sembollerden en bilineni Playboy dergisidir ve onun başında da bir kadın bulunmaktadır. 1988’den bu yana Christie Hefner adlı kadın, bu karlı şirketin yönetim kurulu başkanıdır. Hangi sınıftan olursa olsun cins olarak kadını savunan feminizm, bizzat kadınların kadını bir meta olarak kullanması karşısında, kendi paradoksunu yaşamaktadır. Tıpkı kadın ile erkeği birbirinden yalıtırken dinci-gericilikle buluşması gibi…
Bize düşen; öncelikle kadınların yaşamda erkeklerden koparılmasını durdurmak, hayatı birlikte üretenlerin mücadeleyi de, örgütü de, eylem alanlarını da birlikte paylaşmalarını sağlamaktır. Ve bu, mücadelenin geleceği için vazgeçilmez önemdedir.
* * *
Ülkemizde feminizmin etkisine ilk kapılanlar, 12 Eylül yıllarında tasfiyecilikten en fazla etkilenen modern revizyonist, reformist örgütler oldu. Bu örgütlerin, 12 Eylül öncesinde kadına bakışlarının sorunlu olması dikkat çekicidir. Öyle ki, bunların çoğunda kadın kadrolar, “yardım-yataklık” şeklinde konumlandırılmıştır.
Feminizmin bu kadınlar üzerinden yükselmesi; reformist, modern-revizyonist örgütlerde hep ikinci planda tutulan, örgüt içinde de bunu yaşayan kadın kadroların başkaldırısı olarak nitelenebilir. Ama asıl neden, 12 Eylül faşizmi karşısında diz çöküş, teslimiyet ve inanç yitimidir. Onun içindir ki, savruldukları nokta feminizmin dar, marjinal ve elitist zemini olmuştur.
Feminizmin yaygınlaşması ise, Kürt siyasal hareketi sayesindedir. Kürt hareketi, 2000’lerin başından itibaren tasfiyeci sürece girdikçe, kadın sorununda da feminizme yönelmiştir. Ancak Kürt hareketini o güne kadarki feminist hareketlerden ayıran önemli farklar sözkonusudur.
Birincisi, “salon muhalifi” burjuva feministlerden farklı olarak direnişçi-militan bir kadın hareketi geleneğine sahiptir. Doğrudan savaşın içinde özgürleşmiş, devletin ve geleneklerin her tür baskısına karşı direnerek çelikleşmiş kadın kadrolara sahiptir. Yakın geçmişe ait bu tablo, Kürt hareketinin kadın sorununa girişinde üstünlük edinmesini ve ileri sürdüğü görüşlerin geniş bir kesimde yankı bulmasını sağlamıştır. İkincisi, Kürt hareketinin temel meselesi, “ulusal kurtuluş”u şu ya da bu biçimde sağlamaktır. Komünistlerin her soruna “sınıfsal” bakması gibi, onlar da “ulusal çıkarlar”dan bakarlar. Kadın sorununa feminist bakışaçısıyla yaklaşmakla birlikte, kadın sorunu Kürt sorununa göre ikincildir. Mücadelelerinin merkezinde “ulusal sorun” vardır.
Şehirli burjuva, küçük-burjuva feminist akımlardan bu yönleriyle farklı olmalarına karşın, burjuvaziyle “çözüm” sürecinde, bütün devrim ve demokrasi cephesini kendi politikasına yedeklemeye çalışırken, kadın politikalarını da etkili biçimde kullanmışlar ve feminizmin yaygınlaşmasında çok önemli bir rol oynamışlardır. Militan bir geçmişten ve ezilen bir halkın saflarından gelmeleri, feminizmin açık burjuva yüzünün perdelenmesini ve geniş kesimler içinde meşrulaşmasını kolaylaştırmıştır. Öyle ki, kimi devrimci örgütleri bile peşine takabilmiştir.
Bunlar, asıl olarak siyasal arenada da Kürt hareketinin peşine takılan örgütlerdir. Siyasette genel olarak Kürt hareketinin menziline girmeleri, kadın sorununda da aynı çizgiye düşmelerini kaçınılmaz kıldı. Bu nedenle bu devrimci yapıların yaşadıkları gerileme, kadın sorununa yaklaşımın çok ötesinde bir içeriğe sahiptir. Bunların bir kısmı mücadeleyi “ezilen ulus” odaklı bir düzeniçi muhalefet hareketine indirgeyecek kadar gerilemiş, “ezilen ulusun seksiyonu” gibi davranmaya başlamıştır.
Kürt ulusal hareketinin burjuva karakteri netleştikçe, yeni ayrışmalar da gündeme gelecektir. Bu durum feminizme militan özellikler ve kitlesellik kazandıran Kürt kadınlarının durumunu da değiştirecektir. Bugünden onun işaretleri mevcuttur. İşçi-emekçi Kürt kadınları ile zengin Kürt kadınları arasındaki uçurum; savaşın içinde özgürleşen militan kadınla, kurumlarda bürokratlaşan kadınlar arasındaki açı farkı, giderek derinleştirecek ve bu durum, Kürt kadınları içinde de devrimci-feminist ayrışmasını zorunlu kılacaktır.
* * *
Genel olarak kadınlar, sınıflı toplumla birlikte ezilmeye, horlanmaya, aşağılanmaya mahkum edilmiştir. Egemen sınıftan kadınlar da cins olarak baskı görmüştür, bu doğrudur; fakat emekçi kadın, cins olarak daha fazla ezilmekle kalmamış, sınıfsal olarak da -egemen kadınlardan farklı biçimde- en ağır sömürüye tabi tutulmuştur. Dolayısıyla burjuva kadının üzerindeki baskı ile, işçi-emekçi kadının üzerindeki baskı ve sömürü asla bir ve aynı görülemez.
Buradan hareketle kadın sorununu ele alırken vazgeçilmez önemdeki hususların altını bir kez daha çizmek gerekir.
Birincisi, kadın sorununu sınıfsal kimlikten ve sınıfsal mücadeleden bağımsız olarak ele almamak gerekir. Genel bir “kadın dalkavukluğu” ile araya mutlak bir sınır çizmek; egemen sınıfların maşası konumundaki kadınlarla, işçi ve emekçi sınıfların direnen kadınları arasında mutlak bir ayrım koymak zorunludur. Yaşama ve mücadeleye “kadının” değil, kadınıyla erkeğiyle “proletaryanın” gözünden bakmak, “kadının” değil, “proletaryanın” çıkarlarını savunmak gerekir. Bu yapılmadığında, egemen sınıfın ideolojisinin taşıyıcısı olmak kaçınılmazdır.
İkincisi, kadının kurtuluşu mücadelesi, ancak proleter-emekçi erkekle birlikte, aynı partinin, aynı sendikanın, aynı kitle örgütünün çatısı altında yürütülebilir. Ayrı bir örgütlenme, burjuvazinin tam da istediği şeydir; bölünmüş kitleleri daha rahat yönetir, daha rahat yenilgiye uğratır. İşçi-emekçilerin sendikal ve siyasal örgütlenmeleri içinde, ama kadınları özel olarak hedefleyen bir çalışma yürütmek en doğru olanıdır. Ve devrimin saflarında işçi-emekçi kadınların sayısını, etkisini güçlendirmek, gelişen kadın kadroların öne çıkması için özel politikalar yürütmek, direnen kadınların saflarını büyütmek, mücadelenin başarıya ulaşması için vazgeçilmez önemdedir.
Üçüncüsü, feminizme karşı mücadele, Komüntern’in (3. Komünist Enternasyonal) altını kalınca çizdiği gibi, işçi-emekçi kadın çalışmasının öncelikli görevleri arasındadır. Burjuvaziye karşı yürütülen mücadelenin kadın alanındaki yansıması, feminizme karşı mücadeledir. Feminizm, devrim saflarına sızan en tehlikeli akımlardan biridir; burjuvazinin emekçi kadın saflarına saplamaya çalıştığı hançeridir.
Kadın çalışmasının ve kadın sorununa yaklaşımın temel unsurları bunlardır.