Günler öncesinden estirilen vahşi terör havası… İnternet üzerinden yürütülen “kanlı 1 Mayıs” “kehanetleri”… Yeni iç güvenlik paketinin devreye girmesinin yarattığı tehdit… Otobüslerin, vapurların, köprülerin kapatılması… Koca İstanbul’un bir “hayalet kent”e çevrilmesi… Yol kesmeler, gaz bombaları, polis copları, tomalar, “tetikçi esnaf”lar…
Hiçbiri binlerce kişinin Taksim’e gitmek üzere sokaklara dökülmesini, polisle çatışmasını, 1 Mayıs’a sahip çıkmasını engelleyemedi. Hatta kitleden kopuk bir biçimde de olsa, iki ayrı siyasi kurumun bir biçimde Taksim’e girmeyi başarması, o anlarda meydanı “koruyan” polislerin yüzlerinde ortaya çıkan şaşkınlık ve tedirginlik, Taksim yasağının anlamsızlığını ve salt “yaptırmam inadı” olduğunu, çarpıcı biçimde ortaya koyan bir görüntüydü.
1 Mayıs’a katılmak isteyen kitlenin belli bir kısmı, yaratılan korku ve terör ortamı nedeniyle pratik olarak geri durdu. Ancak sokağa çıkmayan bu kitlenin gözünde bile, meşru 1 Mayıs alanı Taksim’di. Ve bunun için, ne pahasına olursa olsun sokağa çıkan ve saldırılara direnenlerin varlığı, bu meşruiyeti daha da güçlendirdi.
1 Mayıs’tan geriye kalan en önemli sonuç budur.
Korkunun ecele faydası yok
Bu söz hem kitleler, hem de devlet açısından tartışılmaz bir gerçek.
Devlet kitlelerin sokaklara çıkmasından korkuyordu. Günler öncesinden estirilmeye başlayan terör havasının nedeni buydu. 2013’teki yasaklı 1 Mayıs’tan bugüne, her önemli olayda kitle hareketi bir sel olup taşıyor, devletin bütün baskı unsurlarını yerle bir ediyordu.
2013 1 Mayısı, devletin bütün engelleme çabalarına rağmen militan bir ruhla ve kitlesel bir katılımla gerçekleştirilmiş, hemen arkasından Haziran Ayaklanması patlak vermişti. Haziran günlerinde, İstanbul’un göbeğinde 16 gün boyunca devlet yoktu, silinmişti. Ve bütün ülkede, 10 milyondan fazla insan sokaklara dökülerek devletin-hükümetin baskısına, politikalarına, savaş hazırlıklarına, ekonomik krize olan öfkesini haykırmıştı. Bakanların artık üniversitelere giremez olması, Soma katliamının bütün ülkede yeni bir infiale dönüşmesi, ayakkabı kutuları ve “parayı sıfırlamak” sözleriyle sembolleşen yolsuzluklar, sarayın pervasız ve dizginsiz harcamaları vb. her olay, devletin siyasal-ideolojik argümanlarının ve baskı aygıtlarının etkisizleşmesine neden oldu.
Son iki yıldır devlet, kitleleri maniple etmede çok daha büyük sorun yaşıyor. Hatta bu konuda attığı her adım tersine dönüyor. Hükümetin ve bir bütün olarak AKP’nin güç ve prestij kaybı ise artıyor. Son 1 Mayıs’taki Taksim kararlılığı, bunu daha da derinleştiren bir etki yaratmıştır.
Reformizme rağmen
Aslında 1 Mayıs’a katılımın düşmesinde, devletin estirdiği terör havasından daha etkili olan unsur, reformizmin geri çeken tavırlarıydı. Bu durum, kendisini çeşitli biçimlerde gösterdi.
Birincisi, iç güvenlik paketinin gölgesinde devletin Taksim’i yasak ilan etmesi, reformizmin öncülerinde derhal “alan” tartışmasını başlattı. İzinli 1 Mayıslarda Şişli kolundan yürümek için yarışan ve hak iddia eden, bu yanıyla “yürüyüş kolu”nun ne kadar “önemli” olduğunu anlatanlar, yasaklı 1 Mayıslarda “alan” tartışmasının ne kadar “önemsiz” olduğunu kanıtlama yarışına girdiler yeniden.
Oysa bu tartışmalar daha 2004 Saraçhane 1 Mayısı’nda tükenmiş, bu argümanların kofluğu her kesim tarafından görülmüştü. Bugün Taksim’i engelleyen AKP’nin karşısında, en sıradan düzeniçi aydınlar bile, “elbette Taksim’in işçi sınıfı açısından önemi tartışılamaz” diyorlar.
İstanbul’da “1 Mayıs’ta Taksim’e!” sloganının yerine, “1 Mayıs’ta Alanlara!” sloganını yükselten, bunu dergilerine, gazetelerine manşet atan, afişlerinde, pankartlarında, bildirilerinde kullanan tüm partiler ve devrimci yapılar, bu reformist yaklaşımın etkisi altında hareket ettiklerini göstermişlerdir.
İkinci büyük çarpıklık, seçimlerle 1 Mayıs’ı karşılaştıran ve seçim gündemini, her şeyin önünde gören, seçimlere hizmet etmediği sürece tüm diğer gündemleri dışlayan yaklaşımdır. 1 Mayıs, tartışmasız biçimde, her dönem, işçi sınıfının en önemli gündemidir. Diğer bütün konular günceldir, geçicidir, dönemsel rüzgarlardan etkilenebilir. Ama 1 Mayıs, devrim ile karşı-devrimin karşı karşıya geldiği, burjuvazi ile proletaryanın sınıf savaşımının en açıktan, en doğrudan kendisini ortaya koyduğu bir gündür. Üstelik yerel değil, uluslararası bir gündür. Güncel değil, tarihsel bir önem taşımaktadır. 1 Mayıs sürecinde, daha önemli hiçbir gündem yoktur, olamaz.
Seçim çalışmalarının önüne geçeceği gerekçesiyle 1 Mayıs çalışmalarını tavsatan, güçlü ve etkili bir 1 Mayıs direnişinin seçim gündemini “gerileteceğinden” korkan, kitlesini 1 Mayıs için sokaklara dökmeyen bir siyaset, kağıt üzerindeki iddiaları ne olursa olsun, işçi ve emekçilerin temsilcisi, işçi ve emekçilerin çıkarlarının savunucusu değildir, olamaz.
Üçüncüsü, 1 Mayıs politikalarının son ana kadar açıklanmaması, belirsizliğe bırakılması, kitleleri devletin tehdidinden daha fazla etkileyen ve gerileten, katılımı azaltan bir unsur olmuştur. Ve belli ki, amaç da budur.
Sendika konfederasyonları ve meslek örgütleri, son ana kadar süren bir belirsizlik ortamı yaratmıştır. Hangi kurum nerede toplanacak, kitleler hangi noktaya çağrılacak gibi sorular, 1 Mayıs’tan sadece iki gün önce açıklanmıştır. Bunu da devrimcilerin baskısı ile açıklamak zorunda kalmışlardır. Son ana kadar süren bu tablo, kitlelerde güvensizlik ve tepki oluşturmuştur.
DİSK’in tutumu ise özel olarak önem taşımaktadır. Binanın tadilata gireceği gibi anlamsız bir gerekçeyle DİSK Genel Merkezi’nin kapatılması, yine aynı bahaneyle toplanma noktasının Şişli’den Beşiktaş’a kaydırılması yanlıştır, çarpıktır, kimseyi ikna etmemiştir. Bu kararlar, açıkça devletin baskı ve tehdidi karşısında atılmış geri adımlardır. DİSK, bu kararlarını tarih karşısında savunamaz.
Diğer taraftan, bazı sendika şubelerinin Şişli’de olacağını öğrenerek akşamdan DİSK binasına gelen, içinde okurlarımızın da bulunduğu sınırlı sayıda devrimcinin, yine çeşitli anlamsız bahanelerle binaya alınmaması, bu devrimcilerin sabaha kadar kapının önünde-sokakta bırakılması, sendika ağalığının somut-çarpıcı göstergelerinden biridir.
Devletin Beşiktaş’taki kitleye saldırmış olması, herşeye rağmen DİSK’in avantajıdır ve onu bir yerde “kurtaran” bir rol oynamıştır. Saldırı olmasaydı, hatta “makul sayı”yla Taksim’e yürümek kabul edilseydi; sonrasında DİSK, devlet karşısındaki bu geri adımının altından kalkamazdı.
Ancak Taksim ve 1 Mayıs konusunda devlet öylesine tahümmülsüzdü ki, böylesine açıkça geri tutumlar karşısında bile, gerçek rolünü oynadı. Sendikalar ve reformistler unutmuş olsalar bile, devlet 1 Mayıs’ın burjuvazi-proletarya savaşında çok önemli bir çarpışma olduğunun bilinciyle hareket etti.
Önderlik boşluğu
Haziran direnişinden bugüne, kitlelerin nezdinde, sokak eylemlerinin meşruluğu artmıştır. Sokaklarda özgürleşen, birlikte direnen, paylaşım-fedakarlık-dayanışma gibi en güzel değerleri pratiğin içinde öğrenen kitleler, bu durumdan büyük bir güç kazandılar. Düzenin meşruluk sınırlarını zorlayan bir kendiliğinden bilinç edindiler. Bu bilinç, kitleleri doğrudan ilgilendiren önemli olaylarda, kendiliğinden sokaklara akan bir eylem gücünü oluşturdu. 1 Mayıs günü sokaklarda direnenlerin önemli bir bölümünü, bu örgütsüz ama eyleme hazır kitle oluşturuyordu.
Burada asıl eksiklik, devrimci önderlik boşluğundadır. Reformizmin ve tasfiyeciliğin ağırlığı, devrimci yapıların da üzerine çökmüştür. Önderlik eden değil sürüklenen, yönlendiren değil peşine takılan bir devrimcilik sözkonusudur. Genel bir özgüven eksikliği, yanlış ve geriye çeken ittifakları gündeme getirmektedir. Devrimciliği değil tasfiyeci reformizmi güçlendiren bu ittifaklar, özellikle seçimler sözkonusu olduğunda daha çarpıcı biçimde kendini göstermektedir.
Haziran Ayaklanması günlerinde, kitleler sokağa-eyleme olan yabancılıklarını kırmış, direnişin içinde güç kazanmışlardı. O günlerde devrimci bir ittifak, devrimci bir güç odağı oluşturulabilseydi, kitlelerin örgütlenmeye olan uzaklıkları da kırılacak, hareketin seyri değişecekti. Haziran günlerinde, devrimci örgütlenmelerin pratik önderliği ellerinde tutmalarına rağmen siyasal önderliği reformistlere ve liberal aydınlara kaptırmaları, kitle hareketinin dinamiklerini değiştirdi. O günden buyana, kitleler eylemde devrimcilerin varlığını arıyor, ancak genel olarak örgütlenmiyor, örgütlülükten uzak duruyorlar.
Bu tabloyu kıracak olan tek unsur, devrimin ideolojisini ve siyasetini daha güçlü savunmak, devrimci ittifakları güçlendirmektir.
Reformistler kendi ittifaklarını kurmuş, birçok devrimci yapıyı da bu ittifaka yedeklemiş durumdadırlar. İdeolojik ve pratik önderlikleri altında mücadeleyi ve devrimciliği düzeniçileştirme yolunda önemli adımlar atıyorlar.
Devrimciler de kendi güçlerini birleştirmeli, kitlelerin sadece pratikte-eylem anında değil, ideolojik-siyasal olarak da önderi haline gelmelidirler.
Reformizmin bu kadar güç kazandığı, kitlelerin arayışlarının ise her zamankinden fazla olduğu böylesi bir dönemde, mücadeleyi devrime taşımanın tek yolu budur.