Reformizmin son durağı PARLAMENTERİZM

arka-yazi

Parlamento, yani meclis, “yasaların yapıldığı yer” olarak bilinir. Bunun biçimi, sayısal oranı, işleyişi vb. döneme, ülkelere göre değişiklikler gösterse de özü değişmez. Bu öz, bir ülkenin yönetimindeki temel ilkelerin, anayasa dahil tüm yasaların buradan çıkacağıdır. (Anayasaları yapan meclisler, “kurucu meclis” olarak da anılır.) Sözkonusu meclis de, yine her ülkede değişen seçim sistemleri ile belirlenen vekillerden oluşur. Dolayısıyla seçimler ve meclis, birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.

Bilindiği gibi Antik Yunan’dan Roma İmparatorluğu’na kadar uzak geçmişte, yani köleci devletlerde bile bir meclis (senato) vardı. Fakat buralarda sadece “soylular” doğrudan ya da temsilcileri aracılığıyla yer alıyordu. Feodalizmin hüküm sürdüğü monarşilerde de krala danışmanlık yapan meclisler bulunuyordu. Ama bunlar, adından da anlaşılacağı üzere “yasa koyucu” değil, “danışma” niteliğinde, başta olan hükümdara yardımcı olan kurumlardı.

Başlangıçta soylular sınıfının doğal temsilini ifade eden “senato”dan kitlelerin içinden seçilen temsilcilerin olduğu “parlamento”ya geçiş, feodalizmin son dönemlerine denk gelir. Aslen Fransızca kökenli bir kelime olan “parlament” sözcüğünden (şura, müzakere anlamına geliyor) türemiştir, ilk yaşama geçtiği yer de İngiltere’dir. Kral, yeni vergiler koyacağı zaman devlet erkanının yanı sıra halktan temsilcilerin de toplanmasına karar vermiştir. Bu meclis sürekli çalışmaz, yaklaşık üç-dört yılda bir Kral’ın isteği üzerine toplanır. Daha sonra “Lordlar Kamarası” ve “Avam Kamarası” olarak toplanacak ve İngiltere’deki parlamentonun ilk temeleri atılacaktır. 

Bugünkü haliyle parlamento, burjuvazi iktidarı ele geçirdikten sonra, yani kapitalist sistemde ortaya çıktı. İnsanlığın çok uzun yılları bulan “genel oy” mücadelesi ile adım adım genişleyerek günümüzdeki halini aldı. Başlangıçta bellirli bir mülk sahibi olma koşulu aranıyor, yoksul köylüler ve işçiler büyük oranda dışında tutuluyordu. Ancak 19. yüzyıl sonlarında bu sınırlamalar giderek ortadan kalktı. Kadınların oy hakkını elde edebilmesi ise, çok daha uzun yılları buldu. 1917 Ekim Devrimi ile başlayan bu dönem, birçok emperyalist-kapitalist ülkede ikinci emperyalist savaş sonrasına, yani 1945’lere kadar uzadı.

Sonuçta halkın mücadelesiyle kazanılan “genel oy”la seçimler yapılmaya ve meclisler oluşmaya başladı. Burjuvazi, bu durumu da demagojik olarak kendi lehine kullandı. Yasaların “halkın oyları” ile seçilen meclisten çıktığı, ülke yönetiminin halk tarafından belirlendiği yanılsamasını yarattı. Kendi sınıf iktidarını “halkın kendi kendini yönetmesi” olarak lanse etti. Dört ya da beş yılda bir halkın önüne koyulan sandıklar üzerinden “milli irade” oluşuyormuş gibi yaptı ve kendini de “milli irade”nin sahibi kıldı.

Elbette “burjuva demokrasisi” Ortaçağ’a göre çok büyük bir tarihsel ilerlemedir. Ve bu ilerleme, insanlığın bin yıllardır süren mücadelesinin bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Ancak bu durum, “burjuva demokrasi”nin de bir sınıf iktidarı olduğu gerçeğini; hem de bir avuç burjuva ile büyük toprak sahibinin milyonlarca işçiyi, emekçiyi, yoksul köylüyü sömüren, baskı altında tutan, yani azınlığın çoğunluk üzerinde kurduğu bir diktatörlük olduğunu değiştirmez.

 Kendinden önceki dönemlere göre bir ilerleme olmakla birlikte, burjuvazi iktidarı ele geçirdiği andan itibaren gericileşmiş ve insanlığın tarihsel ilerleyişinin önünde bir engel halini almıştır. Seçimler ve parlamento, onun bu yüzünü kitlelerden gizlemek için kullandığı birer “paravan”dan ibarettir. Gerçekte ne yasalar parlamentoda yapılır, ne de hükümetler seçimlerle belirlenir. İktidarın gerçek sahipleri, ihtiyaç duydukları yasaları, kendi memurları aracılığıyla hazırlatıp hükümetlerin ve meclisin önüne dayarlar. Meclisteki vekillerin görevi de bunları oylamak, tastik etmektir. Bir de kürsüye çıkıp bu yasalar lehine konuşmalar yapmak, kitlelerin itirazsız bir şekilde bunlara uymasını sağlamaktır.

Elbette her mecliste “majestelerinin muhalefeti” kabilinden muhalif kesimler de vardır. Egemen sınıfların farklı klikleri, kendi temsilcileri ile oralarda bulunurlar. Bu klikler arasında çelişkiler keskinleşirse, mecliste sataşmalar, yer yer kavgalar da yaşanır. Ama bir bütün olarak egemen sınıfların çıkarlarını savunmaktır görevleri. Halkın yararına olacak birşey sözkonusu olduğunda, kenetlenir ve birlikte hareket ederler.

Engels, büyük bir kesinlikle parlamentoyu ve “genel oy hakkı”nı “burjuvazinin egemenliğinin aracı” olarak nitelemiş ve “daha fazlası”nı beklememek gerektiğini söylemiştir. Engels’in bu sözlerini aktaran Lenin, “Avrupa’nın tüm sosyal şövenistleri ve oportünistleri, genel oy hakkında tam da bu ’daha fazla’yı beklerler” diyerek eleştiriyor. Ve devam ediyor: “Bizzat kendileri, genel oy hakkının ’bugünkü devlette’ emekçilerin çoğunluğunun iradesini gerçekten ifade edecek ve hayata geçrilmesini garanti edecek durumda olduğu yanlış düşüncesini paylaşır ve halka telkin ederler. (Devlet ve Devrim, İnter yay, sf 23)

 

“Parlamenterizm” ile

“parlamentodan yararlanmak”

“Burjuvazinin egemenlik araçları”ndan biri olan parlamentoda farklı bir duruş, ancak işçi ve emekçileri temsil eden, onların çıkarlarını savunan komünist ve devrimci vekillerle sağlanabilir. Fakat en iyi durumda bile bu vekiller çok sınırlı sayıda kalırlar. Onların girmesini engellemek için her yöntem uygulanır çünkü. Seçim sisteminden, ekonomik güçlüklere, siyasi baskılardan tutuklamaya, hatta öldürmeye kadar her yöntem…

Bütün bunları aşarak meclise girmeyi başaran sınırlı sayıdaki vekil, orada dönen dolapları daha yakından görüp teşhir edebilir. Güç bela çıkabildiği kürsüde işçi ve emekçilerin sorunlarını dile getirebilir, onların aleyhine çıkartılmak istenen yasaları protesto edebilir. Elbette bunlar da önemlidir. Her şeyden önce, o meclisin işçi ve emekçilerin değil, burjuvazinin meclisi olduğunu somut biçimde göstermiş olurlar. Ama varolan durumu değiştirme şansları yoktur. Zaten milletvekili adayı olurken de bu gerçekleri bilerek ve seçmenlerine anlatarak oy isterler. Amaç, burjuvazinin diğer kurumları gibi parlamentoyu da devrimin çıkarları doğrultusunda kullanmaktır. Bunu baştan ilan ederler.Lenin bu amacı çok net biçimde ifade ediyor: “Parlamentodaki sandalye sayısı bizim için kesinlikle önemli değildir, biz bunun peşinde koşmuyoruz. …Sınırsız ve yüksek sesle yürüteceğimiz komünist propagandamızı daha çabuk kavramları için kitlelere yardım etmiş olacağız.” (Sol radikalizm komünizmin bir çocukluk hastalığı, İnter Y. sf 87)  Gerçekten parlamentoda devrimci bir tarzda faaliyet yürüten vekillerin sonu, ya hapishane ya sürgün olmuştur.

Bunu en açık biçimde Rusya’da Bolşevik vekillerin durumunda görüyoruz. Çarlık istibdadı altında bir dizi engeli aşarak Rus parlamentosu Duma’ya giren Bolşevikler, çok zor koşullar altında faaliyet yürütmüş ve karşılığında birçok bedeli de ödemişlerdir. Bununla birlikte başta Almanya olmak üzere pekçok Avrupa ülkesinde kendilerine Marksist diyen, dönemin sosyal-demokrat milletvekilleri ise, kendi burjuvalarıyla uzlaşma yolunu seçmiştir. I. emperyalist savaş döneminde Bolşevik vekiller, meclise getirilen savaş bütçelerini reddeder ve “savaşa karşı savaş” ilan ederken; Avrupalı vekiller “vatan savunması” adı altında kendi burjuvalarının çıkarlarını savunmuşlar, sosyal-şoven bir çizgiye evrilmişlerdir. Burjuvazinin kitle desteğine her zamankinden fazla ihtiyaç duyduğu savaş döneminde, onlara en büyük hizmeti sunmuşlar ve karşılığında Bakan koltukları almışlardır. Lenin, “kimi milletvekilleri Bakan koltuğunda, kimileri ise hapiste, sürgünde” diyerek, parlamentoda yaşanan birbirine zıt bu iki çizgiyi resmetmiştir.

“Parlamentodan yararlanmak” ile “parlamenterizm” şeklinde ifadesini bulan bu iki çizgi, o günden bu yana derinleşerek sürdü. 1917 Ekim Devrimi’nden büyük bir korkuya kapılan burjuvazi, bir yandan faşizme başvurup kitleler üzerinde korkunç bir terör estirirken, bir yandan da her ülkede kendi solcularını yaratmaya veya varolanları düzen-içine çekmeye özel bir çaba sarfetti.

Özellikle ikinci emperyalist savaş sonrasında birçok ülkede devrimlerin patlak vermesi ve dünyanın üçte birini kaplayan bir “sosyalist blok”un oluşması üzerine, bu çabalarını daha da arttırdı. Bunun da başını ABD ve Avrupa emperyalist burjuvazisi çekiyordu. Aksi halde yükselen devrimci dalganın kendi iktidarlarını da yıkıp geçeceğini biliyorlardı. Bu doğrultuda kullandıkları en önemli araç, parlamento oldu. Kendi ülkelerindeki komünist partilerine parlamentonun yolunu açtılar. Parlamentoya girip düzen içinde değişiklikler yapabileceklerini söylediler. “İşçi ve emekçilerin çıkarlarını koruyabilir, onların lehine yasalar çıkartabilirsiniz” dediler. Hatta Fransa ve İtalya’da, hükümetin ortağı yapıp bakanlık koltuğu bile verdiler.

“Avrupa Komünizmi” denilen siyasi akım, bu şekilde doğdu. Burjuva hükümetlerinde yeralan bu partiler de, emperyalizmin artık değiştiğini, özgürlüklerden yana olduğunu, bilimsel-teknolojik yeniliklerle adım adım sosyalizme gideceğini vaaz etmeye başladılar. Artık devrim yapmaya gerek kalmamıştı! Parlamentoda çoğunluğu ele geçirerek “halkın iktidarı”nı kurmak mümkündü. Bilimsel-teknolojik gelişmeyle kapitalizm kendiliğinden sosyalizme gidiyordu zaten. Bu yüzden “şiddet yoluyla devrim” gerekmiyordu! Şimdi parlamentoda daha fazla sayı elde edebilmek için mücadele edilmeli ve kapitalizmden sosyalizme “evrimci geçiş” hızlandırılmalıydı.

“Barışçıl yoldan devrim” hayalleri bu şekilde pompalandı. Her ne kadar savaş sonrası hükümetlerde Bakan koltularına oturan bu partilerin liderleri, üzerlerine düşen görevleri yerine getirdikten sonra hükümetlerden kovulsalar da; keza Latin Amerika’da sosyalist Allende hükümeti, ordudaki faşist generallerin darbesi ile yıkılsa da; yani “barışçıl devrim” hayalleri, sınıf mücadelesinin gerçekleri karşısında tuzla buz olsa da, bu yalan ve demagojileri bitmedi. Burjuva ideologlar, “barışçıl geçiş” hayallerini canlı tutacak tezleri sürekli ürettiler. Revizyonist-reformist partiler aracılığıyla da bunları kitlelerin bilincine zerkettiler.

Oysa Lenin, parlamentoya övgüler düzen Kautsky’i, daha yüzyılın başında mahkum etmişti: “Burjuva parlamentosuna katılım (ki burjuva parlamentosu bir burjuva demokrasisinde önemli sorunlar üzerine hiçbir zaman karar vermez; bunlar borsa tarafından, bankalar tarafından karara bağlanır) emekçi kitlelere binlerce engelle kapatılmıştır ve işçiler, burjuva parlamentosunun onlara yabancı bir kurum, burjuvazinin proleterleri ezmesinin bir silahı, düşman sınıfın, sömürücü azınlığın bir kurumu olduğunu çok iyi biliyor, görüyor ve hissediyorlar” (Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, sf 32-33 )

 

Türkiye’de parlamenterizm

Kitleleri aldatmada büyük bir deneyim kazanmış olan emperyalist burjuvazi, kendisine bağımlı ülkelerin burjuvalarını da bu doğrultuda eğitti, yol gösterdi. Bunlardan biri de Türkiye’dir.

Türkiye’nin hemen yanıbaşında sosyalist SB’nin bulunması, emperyalistleri çok tedirgin etmiş ve onu kaybetmemek adına çeşitli tavizler vermek de dahil, yakın bir ilişki içinde olmuşlardır. Türk egemen sınıflarının da “kendi solcularını” yaratmada son derece başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Bir yandan büyük bir saldırı ile başta komünistler olmak üzere muhalif olan her kesimi ezerken, diğer yandan “halkçı” görünmek için “sol”dan, o dönemin TKP’sinden de çok önemli kadrolar devşirmişlerdir. Rejimin ideolojik zemini, bu kadrolar sayesinde güçlendirilmiş ve kitlelerden artan oranda destek bulması sağlanmıştır.

İkinci emperyalist savaş sonrasında ise “çok partili sistem”le bir yandan farklı kliklerin yönetimde temsil hakkı yaratılmış, bir yandan da dünyada esen “demokrasi” rüzgarına uygun bir rotaya girilmiştir. Demokrat Parti, bunun bir ürünüdür. O dönem gerek dünyada, gerekse de ülke içindeki dengeler, DP’nin siyasi hayatını bir askeri darbe ile sonlandırmışsa da, hükümet olduğu 10 yıl içinde ABD emperyalizmine ve işbirlikçilerine çok önemli hizmetler sunmuştur. Kore’ye asker göndermekten NATO’ya üyeliğe, mantar gibi biten üslere kadar, ABD emperyalizme kapıları sonuna dek açmıştır. ABD’nin o yıllarda SSCB’ye karşı yönelttiği saldırıların “merkez üssü” haline gelmiştir Türkiye. İçte ise “Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri”nin kurulup palazlandığı dönem, yine DP dönemidir. “Çok partili sistem”, “demokrasi” denilerek, işçi ve emekçiler üzerinde yoğun bir sömürü ile devrimci-demokrat kesimler üzerinde estirilen terör atbaşı gitmiştir.

Emperyalist burjuvazinin “Avrupa Komünizmi” ile ML’ye karşı ideolojik saldırıyı yoğunlaştırdığı dönemlerde de “barışçıl yoldan devrim”e, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) ‘60’lı yıllarda meclise girmesiyle ayak uydurulmuştur. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmden kapitalizme geriye dönüşle dünya ölçeğinde güç kazanan revizyonist görüşler, Türkiye’de de yankısını bulmakta gecikmedi. TİP aracılığıyla parlamenter yoldan rejimi değiştirme hayalleri, “güleryüzlü sosyalizm” teorisiyle taçlandırıldı ve “parlamenterizm” dünyada olduğu gibi Türkiye’de de altın çağını yaşamaya başladı.

“Küçük-burjuva demokratları, sınıf mücadelesi yerine sınıfların uyumuna dair düşleri koyan bu sözde sosyalistler, sosyalist dönüşümü de düşçü bir biçimde tasarlıyorlardı. Sömüren sınıfın egemenliğinin yıkılması olarak değil, azınlığın görevlerinin bilincine varmış çoğunluğa barışçıl biçimde boyun eğmesi olarak tasarlıyorlardı… Bu küçük-burjuva ütopya, pratikte emekçi sınıfların çıkarlarına ihanete götürdü.” (Lenin, Devlet ve Devrim, İnter yay, sf: 36)

Bu yılların, sömürge, yarı-sömürge ülkelerde bağımsızlık savaşlarının yükseldiği, birçoğunda zaferler kazandığı, emperyalist-kapitalist ülkelerde ise, özellikle gençlik hareketinin büyüdüğü yıllar olması tesadüfi değildir. Ülkemizde de gençlik hareketi ‘60’lı yıllardan itibaren yükselmeye başlamıştır. Sosyalizm fikri, aydınlardan üniversite gençliğine, oradan işçi ve emekçilere doğru yayılmaktadır. ‘60’ların sonu ve ‘70’lerin başında Türkiye, sadece gençlik hareketi ile değil, tarihinin en büyük işçi eylemleriyle ve köylülerin toprak işgalleriyle sarsılmaktadır.      

Bir gençlik hareketi olarak doğan Türkiye Devrimci Hareketi, ülke içinde baskın olan “barışçıl yoldan devrim” hayallerine, parlamentarizme varan revizyonist-reformist akımlara karşı mücadele içinde gelişti, büyüdü. Sadece emperyalizme ve faşizme karşı değil, Kruşçevci revizyonizmin ülke içindeki temsilcisi TKP’ye, “Avrupa Komünizmi”nin izinden yürüyen TİP’e karşı da devrimci bir başkaldırı olarak şekillendi ve bunlara karşı yürüttüğü ideolojik mücadele ile kendi yolunu buldu. O açıdan ’71 devrimciliği, TC’nin kuruluşundan bu yana baskın olan 50 yıllık revizyonist ihanete indirilen çok ciddi bir darbedir.

Karşı-devrimin ’71 devrimcilerine saldırısının bu kadar şiddetli olmasının nedeni de budur. Örgütsel varlık olarak bir “tehdit oluşturacak” güçte olmamalarına karşın, ideolojik olarak yarattıkları büyük etkiden dolayı, liderlerini asarak, katlederek, işkenceyle öldürerek tam bir imha saldırısına girişmişlerdir. Egemenler, bu sefer boyuneğdirmeyi başaramadıkları devrimcileri kırarak, yükselen devrimci dalgayı boğmaya çalışırlar. Ama direnerek alınan her yenilgide olduğu gibi, ’71 yenilgisi sonrasında da daha büyük bir devrimci kabarış dönemi başlayacaktır. Hem de bu sefer çok geniş kitleleri içine alan bir halk hareketi sözkonusudur.

Rejimin buna bulduğu çare, “devlet partisi” durumundaki CHP’yi “ortanın solu” olarak kitlelere “umut” diye sunmak olur. Düzenden, onun kurumlarından kopmaya başlayan kesimleri, yeniden düzen-içine çekebilmenin en etkili yolu olarak parlamento, yine öne çıkar.

Ecevit’in başını çektiği o günlerin CHP’si, kitlelerin “bu düzen değişmeli” talebine sahip çıkar görünür; “toprak işleyenin, su kullananın”, “halkça-hakça bir düzen” sloganlarıyla tarihindeki oy patlamasını gerçekleştirmiş ve yıllar sonra tek başına hükümet olabilmiştir. Kitlelerde artan devrim isteği, CHP eliyle düzen-içine çekilmiş ve bir kez daha parlamento aracılığıyla düzenin değiştirilebileceği yanılgısı yaratılmıştır. Ancak egemen sınıfların açmazları, kitlelerin artan beklentilerini karşılamayacak, “pansuman tedbirler” de kar etmeyince, devlet baskı ve zor aygıtı olarak gerçek yüzünü gösterecektir. Arka arkaya kurulan “Milliyetçi Cephe” hükümetleri, sıkıyönetim ve cuntaya kadar uzanan askeri faşist döneme adım adım böyle gelinir.

‘80’li yıllar, dünyada ve ülkemizde “beyaz terör yılları” olarak geçti. Emperyalist burjuvazi, yükselen devrimci hareketi bastırmak için yüzüne taktığı “demokrasi” maskesini atarak, birçok ülkede askeri faşist darbeler yaptı. Bir kez daha görüldü ki, parlamento, rejimin “incir yaprağı”ndan başka birşey değildir. Ayıplarını onunla örtmeyi başaramadığı durumlarda, hiç tereddüt etmeden kaldırıp atmaktadır. “Barışçıl devrim” hayallerine çok daha sert bir darbe vurulmuştur.

Ülkemizde ’80 yenilgisinin ‘71’den farklı olarak “dövüşerek alınan bir yenilgi” olmaması, teslimiyet ve tasfiyenin ağır basmasıyla, yenilgi dönemi hem çok uzun sürdü, hem de sonuçları bugünlere dek uzanan bir ağırlıkta oldu. ‘90’larda devrimci hareket belli bir toparlanma yaşadıysa da, bünyesini saran tasfiyecilikten kurtulamadı. ’80 öncesinin en kitlesel örgütleri “yasal parti” haline gelirken, radikal devrimci bir çizgide olan birçok hareket, reformizmin etkisi altına girdi. 12 Eylül döneminde direniş çizgisiyle büyüyen ihtilalci komünistlerde bile tasfiyecilik başgösterdi. Elbette bunda dünya ölçeğinde sosyalizmin prestijinin sarsılması, başını ABD’nin çektiği emperyalist sistemin zafer çığlıkları, burjuva ideologların “yeni dünya düzeni”, “tarihin sonu” gibi teorilerle sistemi kutsaması ve ideolojik üstünlüğü ele geçirmesi, büyük bir rol oynadı.

Dünyadaki bu gelişmelerden de etkilenen Türkiye devrimci hareketi, kendini toparlamakta zorlanırken; ‘80’lerin ortalarından itibaren çıkış yapan Kürt ulusal hareketi, en güçlü dönemini yaşıyordu. Gerilla hareketinin serhildanlara dönüştüğü ‘90’ların başında devrimci bir hava da estirdiler. Ne var ki, bu durum uzun sürmedi. Hareketin ulusal niteliği ve önderliğinin küçük-burjuva yapısı, onu uzlaşmalara açık hale getirdi. Hiç kuşkusuz Türkiye devrimci hareketinin güçlü bir çıkış yapamasının da bunda rolü oldu.

‘90’ların ikinci yarısından itibaren “diyalog”, “siyasal çözüm” adı altında emperyalistlerle ve bölgedeki işbirlikçilerle görüşmeler başladı. Kuruluş döneminde sosyalizmden etkilenerek oluşturduğu programını değiştirme, bayrağındaki orak-çekiç’i kaldırma, düzenin kabul edebileceği çizgiye evrilme yoluna girdi.

Emperyalistler ve işbirlikçileri de onu bu yola sokmak için yoğun bir çaba harcadılar. Bir kez daha parlamentoyu devreye soktular. Dönemin sosyal-demokrat partisi SHP eliyle Kürt vekiller parlamentoya taşındı. Ancak Leyla Zana’nın meclis kürsüsünden bir cümle Kürtçe söylemesi, kıyameti kopardı. Zana ile birlikte dört Kürt milletvekili yıllarca hapis yattı, bir kısmı yurtdışına çıktı.

Türk egemenlerinin buna henüz hazır olmadığı anlaşılmıştı. Fakat yol açılmıştı bir kez. ABD ve AB emperyalistlerinin de baskısıyla Özal, “federasyon dahil herşeyi konuşmaya hazırız” diyecek ve Kürt milletvekilleri sonraki seçimlere de “bağımsız aday” olarak katılacaklardı. 

1999’da Öcalan’ın tutsak düşmesi, Kürt hareketinin kayışını iyice hızlandırdı. Aynı dönem cezaevi katliamları ile F Tipleri’nin açıldığı, Türkiye devrimci hareketinin önder ve kadrolarına yönelik fiziki ve psikolojik saldırıların alabildiğine arttığı bir dönemdi. ‘90’larda toparlanmaya başlayan hareket, bir kez daha kırıldı ve yeni bir tasfiyeci dalga ile yüz yüze kaldı. Başlangıçta Öcalan’ın yakalandıktan sonra ortaya attığı görüşleri “teslimiyetçi ve tasfiyeci” bulan örgütler, yenilgi ruh hali ve Kürt hareketinin gücü karşısında yalpalamaya başladılar. Türkiye’deki reformist partiler zaten legal Kürt partilerinin kuyruğuna takılmıştı. Kimi devrimci örgütler de adım adım o yola girdiler.

2002 seçimleri, bu yönüyle bir kırılma noktasıdır. Çeşitli isimler altında oluşturulan “blok”larla devrimci hareketin parlamenterizme doğru uzanan mecrasının başlangıcıdır. O günden bu yana Kürt hareketiyle ittifak halinde tüm seçimlerde adaylar gösterildi. Ufuk Uras ve Baskın Oran’la başlayıp Levent Tüzel ve Ertuğrul Kürkçü’ye uzanan, Türkiye solu içinde tanınmış isimlerin adaylığı ve parlamentoya taşınması böyle başladı.

2015’te HDP’nin parti olarak seçimlere girmesi ise, bir süredir reformizmin etkisi altında olan devrimci örgütleri, parlamenterizme doğru sürükledi. ’71 devrimciliği ile yerle bir olan parlamenterizm, 40 yıl kadar sonra Kürt ulusal hareketi aracılığıyla Türkiye devrimci hareketini yeniden teslim aldı. Bu yönüyle 2015 seçimleri de, tıpkı 2002 gibi bir dönüm noktasıdır.

Yeniden şişirilen

parlamenterist hayaller

Bu kısa tarihçede de görüldüğü üzere, parlamento ve seçimler, egemenlerin sadece kitleleri aldatma yöntemi değil, komünist ve devrimcileri düzene entegre etmede kullandığı en önemli araçlardır.

Elbette seçimlerde aday çıkarmak ya da parlamentoya girmek, tek başına “parlamenterizm” olarak adlandırılamaz. Yukarıda belirttiğimiz gibi bugüne dek çeşitli ülkelerde komünistler seçimlere de katılmışlar, parlamentoya da girmişlerdir. Parlamentarizm, düzenin parlamento ile değişebileceğini savunmak ve kitlelere bunu empoze etmektir. Yani “barışçıl yoldan devrim” fikrinin en kaba haliyle sunulmasıdır.

Birkaç yılda bir, egemen sınıfın hangi temsilcisinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermek- sadece parlamenter-meşruti monarşilerde değil, aksine en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlametarizminin gerçek özü budur… Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e dek parlamenter olarak yönetilen herhangi bir ülkeye bakın: Asıl ‘devlet’ işleri, kulislerin ardında daireler, özel kalem odaları, genel kurmaylar tarafından yapılır. Parlamentolarda sadece laklak edilir, hem de ‘sıradan halkı’ kafese koymak özel amacıyla…” (Lenin, Devlet ve Devrim, İnter yay. Sf:61)

Lenin, parlamentonun gerçek yüzünü çok çarpıcı bir şekilde böyle tanımlıyor. O günden bu güne de parlamentonun özüne ilişkin bir değişiklik olmamıştır. Hal böyleyken kendilerini hem “Leninist” görüp, hem de Lenin in görüşlerine yüzseksen derece zıt şeyleri savunanlara ne demeli?

Kürt ulusal hareketi, devrim fikrinden çoktandır uzaklaşmıştır. Öcalan’ın tutsak düşmesinden sonra ise, “demokratik özerklik” olarak ifade ettikleri AB’nin “yerel yönetimler yasası”na uygun, bu düzen içinde ulusal kültürel hakların tanındığı bir yönetim şeklini istediklerini duyurmuşlardır. Bu taleplerini parlamenter yoldan elde etmeleri mümkündür. Ama onu bile Kürt halkının eylemsel gücüyle, yani sokakla birleştirdikleri için duyurabilmişler ve birleştirebildikleri ölçüde kazanabileceklerdir. Esasında parlamentoda yasal hale bürünen her şey, -en küçük bir hak bile- o güne dek mücadeleyle fiilen yaşama geçirilenlerin resmiyete kavuşturulmasıdır. Tabi ki, parlamentonun bu fiili durumları kabul edeceği şeyler vardır; etmeyeceği şeyler de… Buradaki kriter, düzen-içi olması, yani egemen sınıfların sömürü sistemini kökten değiştirmeyi hedeflememesidir. Dolayısıyla “demokratik özerklik” gibi düzeni temelden sarsmayan bir düzenlemeyi kabul etmeleri mümkündür. Ki bunda bile ne denli zorlandıkları ortadadır.

Sonuçta Kürt hareketinin amaçları bakımından “parlamenterizm” daha anlaşılır bir durumdur. Elbette kitlelerin umutlarını parlamentoya bağlamak, sisteme bağlamaktır; bu yönüyle hem Kürt halkına hem de Türkiye halklarına karşı büyük bir vebalin altındadırlar. Ancak Kürt ulusal hareketine önderlik eden Kürt burjuvazisinin sınıfsal karakterine de uygundur.

Asıl sorun, halen devrim ve sosyalizmi savunduğunu iddia eden, ama HDP için yeralarak Kürt hareketinin kuyruğuna takılmış olan hareketlerin durumudur. Onlar, parlamenterizm ile Leninist “parlamentodan yararlanma” ilkesi arasındaki farkı, gayet iyi bilirler. Yani seçim kampanyasında ve kazanıldığı durumda parlamento kürsüsünde devrim ve sosyalizmi propaganda etmek, ML partinin en hafifinden asgari programını-taleplerini savunmak, kitlelere parlamenter yoldan birşeyin değişmeyeceğini göstermek, ülkenin meclisten değil, farklı yerlerden yönetildiğini anlatmak gibi, temel görevlerin hangisini yerine getirmektedirler? HDP’nin seçim programında devrim ve sosyalizmin lafı bile geçmiyor. Aksine “yeni yaşam” adı altında bu düzen içinde elde edilebilecek şeyler savunuluyor. Henüz seçim kampanyasında bile temel görüşlerini ifade etmekten uzaklaşanların, parlamento kürsüsünden bunları söyleyebilmeleri mümkün müdür? Önceki “sosyalist” vekiller ne yapmışlarsa, bugün kendine devrimci, sosyalist diyenlerin yapacağı da odur.

Ama bu örgütler, -bırakalım parlamentoyu- cumhurbaşkanlığı gibi devletin en üst makamını belirleyen seçimlere bile katıldılar. O makamda neyi, nasıl teşhir edeceklerse?! Hem de kitlelerin cumhurbaşkanlığı seçimlerine mesafeli durdukları belli olduğu halde, onları sandığa çağırmak, Erdoğan’a meşruiyet sağlamak gibi suçlara ortak oldular. Yani kendilerini öylesine Kürt ulusal hareketin çizgisine kaptırmış durumdalar.

Oysa 15 yıl önce Öcalan’ın savunmalarını “tasfiyecilik” olarak niteleyen yine bu örgütlerdi. Geçen süre zarfında Öcalan’ın görüşlerinde köklü bir değişiklik olmadı. Ama şimdi Öcalan’ın görüşlerine, bırakalım “teslimiyetçi”, “tasfiyeci” gibi tanımlar yapmayı, en küçük bir eleştirileri bile bulunmuyorlar. Bu durumda ya kendileri değişti, ya da Kürt hareketinin gücünden yararlanma adına ses çıkaramaz oldular. Her ikisi de kendine ML, komünist diyenlerin yapacağı şeyler olamaz. Komünistlerin ayırt edici özelliği, görüşlerini bütün berraklığı ile, eğmeden-bükmeden her yerde dosdoğru ifade etmeleridir. İttifak kurdukları durumlarda bile, ilkelerinden asla taviz vermezler, herkesin görüşlerini serbestçe ifade etmesinden yana olurlar.

Şimdi HDP çatısı altında nasıl bir ittifak sözkonusudur ki, Kürt hareketinin çizgisi temel alınmış ve onun dışında hiçbir şey konuşulmaz olmuştur? Bu duruma düşülmesinde en önemli faktörlerden biri, Kürt hareketinin gücüne dayanmalarıdır. Seçim kampanyaları ve parlamentoya giriş, Kürt hareketinin yarattığı olanaklar ve kitle gücü üzerinden sağlanmaktadır. Ama daha önemlisi, ideolojik-siyasal olarak da reformizmden etkilenmişler ve artık o yöne kaymışlardır. Yani hem nicel, hem nitel yönden bu kadar güçsüz iken, yapılan bir ittifakta, arada devasa farkla güçlü olana yaslanmak kaçınılmaz olur. 

2015 seçimlerine giderken parlamenterizmi en net haliyle HDP’de görüyoruz. Ama bu sadece HDP ile sınırlı değil. Seçildiklerinde “halkın iktidarı”nın kurulacağını söyleyenler ya da “oylar sosyalizme” diyerek, verilen oylarla sosyalizmin geleceğini vaaz edenler, kısaca seçimlere katılan tüm legal partiler, şu ya da bu şekilde parlamenterizme kan taşımaktadırlar.

 

Parlamentoya bakış,

“taktiksel” değil, ilkeseldir

Parlamentoya olduğundan fazla önem atfedenler, hatta parlamenterizm  batağına boylu boyunca uzanmış olanlar bile, bunu basit bir “taktik”miş gibi sunuyor. Böylece içine düştüğü durumu  gizlemeye, kitlesini de bir süre daha kandırmaya çalışıyor. Hem komünist görünüp, hem de ML’ye taban tabana zıt görüşleri savunabilmek, başka türlü mümkün olmuyor çünkü.

Oysa parlamentoya bakış, asla “taktiksel” bir durum değildir. Aksine Marks’tan Lenin’e tüm ML usta ve önderleri, (bir kısmını bu yazıda da alıntıladığımız gibi) parlamento üzerine sayfalarca yazmışlar ve ona yaklaşımın son derece temel, ilkesel bir mesele olduğunu çok net biçimde ortaya koymuşlardır.

Parlamento, burjuva devletin görünürde de olsa “yasama organı”dır. Yani devletin önemli kurumlarından biridir. Hemen her ülkede milletvekillerine verilen yüksek maaşlar, ömür boyu sağlanan imtiyazlar, boş yere değildir. Verdikleri hizmetin karşılığı, bir ödülüdür. Dolayısıyla parlamentoya bakış, burjuva devlete bakıştan koparılamaz.

Marks’tan bu yana komünistler için “devlet” temel bir konu ve bir ayraçtır. Hatta ML biliminin ABC’sidir. Devrimci mücadeleye yeni atılan kişiler için “eğitim çalışmaları”nda ilk işlenen konulardan olması bu yüzdendir. Gerek ML’yi doğru kavrama, gerekse her tür anti-ML akımla aradaki farkı en net biçimde görme, “devlete bakış” sayesinde olur.

Lenin, anarşistlerle geçen bir anekdotu aktarırken, hemen her konuda aynı şeyleri savunuyormuş gibi olmanın şaşkınlığı içinde “peki ya devlet hakkında ne düşünüyorsunuz” diye sorar. Ve tabi “bam teli”ne dokunmuş olur. Buradan hareketle, bir kimsenin gerçekten Marksist olup olmadığını anlamanın en iyi yolunun “devlet” üzerine konuşmak olduğunu belirtir.

“Devlet”e  yaklaşım,  bir “turnosol”dur. Sadece anarşistlerle değil, her tür oportünist, revizyonist-reformist akımla ML’yi ayıran bir ayraçtır. Çünkü devleti ele alış biçimi, doğrudan devrimi ilgilendirmektedir. “Nasıl bir devrim” sorusunun yanıtı, devleti çözümlemede yatar. Onun içindir ki, Lenin tam da Ekim Devrimi öngününde “Devlet ve Devrim” üzerinde çalışmış ve o ünlü eserini ortaya çıkarmıştır.

“Devlet ve devrim” birbirinden kopartılamaz iki temel kavramdır. “Şiddete dayanan devrim” fikri, devlet hakkında bilimsel araştırmalar ve pratik deneyimler üzerinden şekillenmiştir.  Aynı şekilde  “barışçıl devrim” teorileri de, devleti ve onun organlarını burjuva bakışaçısıyla ele alanların vardıkları doğal bir sonuçtur. Bunlar böylesine içiçe,  “neden-sonuç” ilişkisiyle birbirine bağlı ve otomatikman birbirini doğuran konulardır. Dolayısıyla sorun basit bir “taktik” sorunu olarak ele alınamaz.

Elbette seçimlere dönük politikalar, içinde bulunulan objektif ve subjektif koşullara göre değişebilir. Bilindiği gibi Bolşevikler, devrimin yükseldiği yıllarda seçimleri boykot ederken, gerilediği dönemde aday çıkarmışlar, parlamentoda da çalışmışlardır. Ancak döne döne parlamentoya nasıl baktıklarını anlatmışlar ve ona uygun bir pratik izlemişlerdir.

Lenin, “sol komünist”lerle yaptığı ünlü polemiklerinde, “sekter” yaklaşımlarını eleştirip parlamentodan yararlanılması gerektiğini anlatırken, Hollanda “sol”undan şu alıntıyı yapıyor: “Kapitalist üretim sistemi çöküp, toplum devrim halinde bulunduğunda, bizzat kitlelerin eylemlerine kıyasla parlamenter faaliyet giderek önemini yitirmiştir.” İlk bakışta doğru gibi görülen bu cümleye, bakın nasıl itiraz ediyor: “Bu cümle apaçık yanlıştır. Çünkü kitlelerin eylemi -örneğin büyük bir grev- asla sadece bir devrim sırasında ya da devrimci bir durumda değil, daima parlamenter faaliyetten daha önemlidir.” (Sol radikalizm komünizmin bir çocukluk hastalığı, İnter Y. Sf 57, abç)

ML ustaların parlamentoya bakışı her daim son derece net, ilkesel bir tutum olmuştur. Parlamentoda çalışmak gerektiğinde de, yine ilkelerini kesin çizgilerle belirlemişlerdir. Örneğin Rusya’da   Bolşevikler’in 1912 Prag Konferansı’nda bu konuda aldıkları karar şöyledir: “Seçim anlaşmalarının politik plaformda bir değişikliğe yol açmaması, adaylar için herhangi bir politik bağlayıcılık taşımaması, bunun yanında liberallerin karşı-devrimci karakterini, burjuva demokratlarının istikrarsızlığını ve mızmızlığını ısrarla eleştirmekten alıkoymaması…” (Çarlık Dumasında Bolşevikler, Evrensel Y. Sf:19)

Şimdi HPD çatısı altında seçimlerde aday gösteren, parlamentoya giren devrimci-demokrat yapılar,  bu şartların hangisini yerine getirmektedir? Bolşevik vekiller ise, tam da bu ilkeler ışığında faaliyet yürütmüştür. (Bolşeviklerin Duma’daki çalışmalarını ve duruşlarını, ayrı bir yazı konusu olarak ele alacağız.)

Seçimlerde nasıl bir yol izleneceğinin “taktik” olması, onun her tür ilkeden yoksun, pragmatik, her yere çekilebilecek türden olmasını getirmez. İşin çetrefilleştiği bir konu da budur. “Taktik” denilerek öyle bir hat tutturulmaktadır ki, en temel ilkeler  çiğnenmekte ve giderek “taktik” asıl çizgi haline gelmektedir. Bunu en somut biçimde Kürt ulusal hareketinin evriminde yaşadık, gördük. ’90’ların ortasında “siyasi çözüm”, “diyalog” vb. girişimler, “taktik” olarak nitelendirilmişti. Ama aradan geçen 20 yıl boyunca çeşitli isimler altında bu “taktik”ler hep sürdü ve programı sürekli kemirdi, sonunda yedi bitirdi.

Şimdi kimi devrimci hareketler de benzer bir yola girmişler. Her şeye “taktik” diyorlar. Sözkonusu “taktik”in strateji ile, program ile ilişkisini kurma zahmetine bile katlanmadan… Bernstein’in ünlü “hareket herşeydir, nihai amaç hiçbir şey” ilkesini baştacı edinmişler sanki. Ve dinci kesimlerde “günah” sayılanların “takiyye” yapılarak aşılması gibi, devrimci yapılar da, ilkelerin, programların bağlayıcılığından “taktik” diyerek kurtuluyorlar adeta.

Oysa taktiğin “strateji”ye bağlı olarak belirlenmesi gerektiği, stratejiye hizmet etmeyen taktiğin, -başarılı da olsa- uzun vadede kaybettireceği hem teorik, hem pratik olarak ispatlanmıştır. Ve bunu, kendine ML, komünist diyen herkes bilir. Ama oportünizmi, oportünizm yapan da, temel doğruların lafzını edip, pratiğinde farklı davranması değil midir?

HDP çatısı altında hummalı bir şekilde seçim çalışmasına kendilerini kaptıranlar da, (1 Mayıs’ı bile ikinci plana atarak) seçimlere ve parlamentoya girişlerini, ML litaratürle açıklamaya kalkıyorlar. Cumhurbaşkanı seçimlerine katılışlarını bile “taktik” adına savunabiliyorlar. Daha ilginci, bugüne dek her seçimde “boykot” taktiğini uygulayanların, bugün “parlamento’nun faziletlerin”den bahsetmesidir. Ne  geçmişte savunduklarının yanlışlığı konuyor, ne şimdiki savruluşun nedenleri… Ne yazık ki, Türkiye devrimci hareketinde “dün dündür, bugün bugün” pragmatizmi baskın hale gelmiştir.  Böyle bir ortamda “taktik” adına, en temel ilkelerin çiğnenmesine şaşmamak gerekir.

 

Emperyalist burjuvaziden

bağımlı ülkelere parlamenterizm

Parlamenterizm, sadece Türkiye’de hortlatılmış değildir. Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemus ile emperyalist burjuvazi, bir kez daha “sol”da parlamenterizmi körüklemektedir. Bunu neden yaptığı çok açıktır: Bir yandan ekonomik kriz, diğer yandan emperyalist savaş altında bunalan ve sistemden umudunu yitiren işçi ve emekçileri yeniden düzene, düzenin kurumlarına bağlamanın en bildik yoluna başvurmaktadırlar. Avrupa burjuvazisi krizin yükünü solcu hükümetler üzerinden halkın sırtına bindirecekler, sonrasında bunun sorumluluğunu da  bu “solcu” hükümetlere keserek, göndereceklerdir. Oysa emperyalistlerin krizini çözmek, kendine “devrimci” diyenlerin işi olamaz. Gerçek devrimciler, krizin derinleşmesinden devrim için yararlanırlar; kendi burjuvalarını kurtarmak için değil, yıkmak için çalışırlar. 

Düzen solcuları, her zaman burjuvazinin koltuk değneği, can simidi olmuştur. Burjuvazi de en pis işlerini bu “sol”cu hükümetlere yaptırmıştır. Örneğin Alman burjuvazisi, I. emperyalist savaşta kendilerine Marksist diyen sosyal-demokrat milletvekillerini hükümete ortak ettiler. O dönem işçi sınıfı içinde oldukça güçlü olan sosyal-demokratları yedeklerine takarak içteki muhalefeti bastırdılar, sonrasında savaştan yenik çıkınca, Almanya için bir hezimet olan ünlü Versay Anlaşması’nın altına kendileri değil, bu sosyal-demokrat vekillere imza attırdılar. Almanya’da Hitler faşizmi, Versay Anlaşması’na imza atan komünistler aleyhine yürüttüğü kampanya ile iktidara gelmiştir.

Benzer bir durumu biz de az yaşamadık. İşçi ve emekçilere en büyük saldırılar her zaman sosyal-demokrat hükümetler döneminde oldu. ‘79’da Ecevit Hükümeti varken, Maraş katliamı yaşandı ve “sıkıyönetim” ilan edildi. Bu, faşist cuntaya giden yolun ilk adımıydı. Keza ‘93’te Sivas katliamı sırasında SHP-DYP koalisyonu vardı. Cezaevlerine yapılan en büyük saldırı olan 19 Aralık katliamı, yine Ecevit’in Başbakan olduğu bir dönemde gerçekleşti. Mehmet Ağar gibi kontrgerillanın bilinen bir ismi bile, Ecevit hükümeti olmasaydı, böyle bir operasyonun yapılamayacağını söyleyebildi. Keza Öcalan, yine Ecevit döneminde tutsak alınıp yargılandı vb…

Ama hem Türkiye’de hem de dünyada CHP gibi düzenin sosyal-demokrat partileri, kitlelerin gözünde iyice yıprandılar, hatta sosyal-demokrat özelliklerini bile kaybettiler. Egemen sınıflar, onların boşluğunu daha “sol”da olanlarla, hatta kendilerine komünist, Marksist-Leninist diyenlerle doldurmaya girişti.

Bugün Yunanistan ve İspanya ile estirilen “sol” rüzgarlar boşuna değildir. ‘70’li yıllardaki “Avrupa Komünizmi” şimdi bu “genç” ve “yeni” solcu ittifaklarla doldurulmak istenmektedir. Yaşlı Avrupa burjuvazisi, bir kez daha kendisine “gençlik aşısı” yapmaya, “taze kan”larla dirilmeye çalışmaktadır.

Türk egemenlerine de benzer bir yol tavsiye edilmiştir. HDP bugün bu rolü üstlenmiş görünüyor. Henüz Syriza gibi hükümet kuracak bir durumu sözkonusu olmasa da, kitlelerin artan hoşnutsuzluğunu düzene bağlama ve devrimci örgütleri yeniden parlamenterizm batağına çekme misyonunu yerine getiriyor.

Komünist ve gerçek devrimciler, bu tehlikeyi görmeli ve kitleleri daha fazla uyarmalı, bilinçlendirmelidir.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …