Günümüzde “yeni” olarak lanse edilen ve sanki kendilerinin icadıymış gibi sunulan “teori”lerin hiçbir “yeni” değildir. “Eskimiş” olduğu savıyla Marksizm-Leninizme savaş açanların savundukları, ML’den çok daha “eski”ye dayanmaktadır. Öyle ki, daha Marksizm ortaya çıkmadan önce 17. 18. yüzyılda varolan “ütopik sosyalistler”in görüşlerini bile “yeni” olarak pazarlamaya kalkanlar vardır. Marks ve Engels’in “bilimsel sosyalizm”e ulaşmasıyla geride kalan “ütopik” görüşler, ‘90’lı yılların ardından “sosyalizmin öldüğü” yaygarası altında yeniden piyasaya sürülebilmiştir. “İnsancıl sosyalizm”den, “ütopyamız” sözcüğünün yaygın kullanımına kadar, bunun izlerini kendi ülkemizde de görmek mümkündür.
Lassalle, Berstein, Kautsky gibi revizyonistlerin “barışçıl devrim” tezleri ve dayanak olarak sundukları “üretici güçler teorisi” de (bilimsel-teknik gelişmeyle birlikte kendiliğinden sosyalizme geçiş) her sıkışma anında yeniden piyasaya sürülen görüşlerdir. Marks, Engels ve Lenin tarafından çürütüldüğü halde, ikinci emperyalist savaş sonrasında parlatılan ve günümüzde reformistlerin sarıldıkları en revaçta teorilerdir bunlar.
Örneğin Lassalle, genel seçimler ve üretici güçlerin gelişimiyle “gerici Prusya Devleti’nin özgür bir ‘halk devleti’ne dönüştürülebileceği”ni vaaz etmiştir. Marks, “Gotha Programının Eleştirisi” adlı yapıtında, Lassalci “özgür halk devleti” anlayışını eleştirmiş, “binlerce şekilde ‘halk’ sözcüğünü, ‘devlet’ sözcüğü ile birleştirerek, sorun bir adım ilerletilemez” demiştir. Ve bilimsel incelemeleri, 1848 devrimleri, en sonu 1871 Paris Komünü deneyimleri üzerinden, kapitalist toplumla komünist toplum arasındaki devletin, “proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı” gerçeğine ulaşmıştır.
Keza Bernstein, iş yasasının düzeltilmesi, sendikaların, kooperatiflerin etkinliklerinin arttırılması, işçi sınıfının parlamentoda temsilinin artması ile, tüm ekonomik, siyasi ve sosyal sorunların çözülebileceğini iddia etmiştir. İşçi sınıfının, parlamentoda salt çoğunluğu elde ederek, -oyların yüzde 51’ini alarak- amaçlarına barışçıl yoldan ulaşabileceğini söylemiştir. “Çoğunluğun arzusu hükümran olursa” der Bernstein, “devlet sınıf karakterini yitirir, tüm toplumun çıkarlarını temsil eden bir organa dönüşür.” Böyle bir devlette işçi sınıfı partisinin, diğer sınıf ve partilerle işbirliği yapmasını ve “gericilere” karşı bu devleti savunmasını ister. (Bu da biz çok tanıdık geliyor olmalı!) Dolayısıyla proletarya partisinin “toplumsal devrimci” değil, “toplumsal reformcu” bir parti olması sonucuna varır.
Bu görüşler, daha sonra Kautsky ve yandaşlarınca savunulacaktır. II. Enternasyonal partileri olarak da geçen o dönemin sosyal-demokrat partileri, “genel oy” ve “burjuva demokrasisi”ni göklere çıkarmışlar ve I. emperyalist savaş sırasında “vatan savunması” adı altında kendi burjuvalarının yanında savaşacak raddeye varan “sosyal-şovenist” görüşler savunabilmiştir. Kautsky, “barışçıl devrim”den “ultra-emperyalizm” teorisine uzanan çizgisiyle, sınıf işbirliğine giden yolun en seçkin lideri olur. Ekim Devrimi’ni “Marksist teoriden kopma” diye niteleyip “yasadışı” ilan edecek kadar saldırgan bir tutum izler. Devrime ve proletarya diktatörlüğüne saldırıda, koçbaşı rolünü üstlenir. Tam da emperyalist savaş döneminde ve dünyanın Ekim Devrimi ile sarsıldığı bir sırada, burjuvaziye eşsiz bir destek sunar.
Ekim Devrimi’nin zaferi ve Lenin’in üstün teorik bilgisi ile Kautsky, uluslararası komünist hareket üzerindeki etkisini kaybedecek, hatta tarihe “dönek Kautsky” olarak geçecektir. Kautsky ile birlikte “İkinci Enternasyonal” ve onunla simgelenen sınıf uzlaşmacı teoriler çökmüş, Lenin ve Stalin önderliğinde Üçüncü Enternasyonal (Komüntern) dönemi başlamıştır. Fakat Kautsky’nin ve öncesi revizyonist önderlerin “teori”leri, devrim ve sosyalizmin geriye düştüğü her dönemde yeniden piyasaya çıkacaktır.
Daha ikinci emperyalist savaş sürerken, ABD Komünist Partisi’nin Başkanı Browder, kapitalist gelişmenin ve uluslararası durumun değiştiğini ileri sürerek, ML’yi “dogma”, “şematik” olarak nitelemiş ve “çürümüş” ilan etmiştir. Bu, ABD emperyalizminin devrimci ve komünist partileri ideolojik olarak teslim alma saldırısının ilk işaretidir. Browder, Amerikan emperyalizminin artık gerici olmadığını, demokratik yollarla gelişebileceğini, tüm toplumun yaralarını sarabileceğini söylemekte, daha ileri giderek “komünizm, yirminci yüzyılın Amerikanizmidir” demektedir. Buradan hareketle komünist bir partiye gerek olmadığı sonucuna varacak ve 1944’te Komünist Partisi’ni dağıtacaktır.
Browderizm, ABD ve Güney Amerika’da etkili oldu ve ABD’nin ikinci empeyalist savaş sonrası “Marshall Planı”nın ideolojik destekçisi olarak ona hizmet etti. O sırada SSCB’nin faşizme karşı elde ettiği zafer ve ikinci emperyalist savaş sonrası Doğu Avrupa’yı da içine alan “sosyalist blok”un kurulmasıyla Avrupa’da fazla etkili olamadı. Ancak Fransa, İtalya, İspanya gibi Batı Avrupa’daki Komünist Partiler, savaşa ve faşizme karşı muazzam bir savaş vermelerine rağmen, “iktidar pespektifi”nden yoksun oluşlarından dolayı, iktidarı ele geçiremediler. Bu zaafları, savaş sonrası kendi burjuvalarıyla uzlaşmaya, kurulan hükümetlere desteğe, hatta içinde yer almaya kadar götürdü.
İkinci emperyalist savaştan sonra, Avrupa’da faşist partilerin yasaklanmış, komünist partisi dahil diğer tüm partilerin seçimlere katılmasının önü açılmış, burjuva demokrasisinin daha geniş ölçüde uygulanmasına geçiş yapılmıştı. Bu esasında, başta komünistler olmak üzere ilerici güçlerin yıllar süren mücadeleleriyle genişlettikleri özgürlük alanlarının, burjuvazi tarafından tanınmasından başka bir şey değildi. Fakat burjuvazi, bunları kendisi sunmuş ve artık değişmiş gibi görünerek, reformist hayallerin doğmasına zemin hazırladı. Kitleler içinde faşizmin ebediyen yenildiği, burjuvazinin değiştiği, artık demokratik hakları tanıdıkları vb. hayalleri ortalığa yayıldı.
Komünist Partileri de, seçim ve parlamento yoluyla iktidarı barışçı yoldan ele geçirebileceklerine inanmaya başladılar. Fransa ve İtalya’da savaş sonrası hükümetlerinde iki-üç “komünist” bakanın yer alması, bu fikri iyice pekiştirdi. Giderek komünistlerin ağırlığında hatta tek başına hükümet kurarak sosyalizme geçebileceklerini düşündüler.
Oysa burjuvazi, bu bakanlıkları, faşizme karşı mücadelede güçlenen komünistleri düzene entegre etmek için, geçici bir ödün olarak vermişti. Partizan birliklerinin silahsızlandırılması gerekiyordu ve bunu bizzat parti yönetimleri aracılığıyla yapmak daha rahat olacaktı. Bunları başardıktan sonra burjuvazi, “komünist” bakanları hükümetten attı. En fazla yüzde 10 civarında oy oranlarıyla, düzenin muhalif partilerinden biri haline getirdi.
Başını İtalya Komünist Partisi Başkanı Berlinguer’in çektiği “Avrupa Komünistleri” Lasselle, Bernstein ve Kautsky’den devraldıkları “barışçıl yoldan sosyalizm” tezini, bir kez daha “yeni” olarak sundular. Bizde ‘90’lardan sonra moda olan “proletaryanın artık değiştiği”, “bir avuç burjuvazi dışında herkesin işçileştiği”, “teknolojinin olağanüstü gelişmesiyle kapitalizmin farklılaştığı” türünden tezler, o yıllarda ortaya atıldı.
Berlinguer, 1956’da “Sosyalizmin İtalyan Yolu” adını taşıyan “yeni” programıyla, İtalya KP’sini sosyal-demokrat bir partiye evriltti. Komünist ya da kapitalist olmayan “üçüncü yol” teorisini ortaya attı. (Ki bunu, 90’larda İngiliz İşçi Partisi Başkanı Blair yeniden parlattı. Sonrasında Kürt ulusal hareketin çok sık kullandığını biliyoruz.)
Fransa Komünist Partisi, De Gaulle’ün hükümetine girdikten sonra, Fransa’nın Cezayir işgaline bile karşı duramadı. Cezayir halkının kurtuluş mücadelesine destek sunmadığı gibi, Cezayir Komünist Partisi’nin mücadeleye katılmasını da engelledi.
İspanya Komünist Partisi, yasallaştırabilmek ve lider kadroların ülkeye dönmesini sağlamak için, Kral Juan Karlos rejimini, yani monarşiyi “demokratik” olarak niteleyecek kadar ileri gitti. Monarşistler de bu boyun eğiş üzerinde onlara yolu açtılar.
Kısaca, “Avrupa Komünistleri” olarak bilinen İtalya, Fransa ve İspanya komünist partileri, Avrupa’da yıpranan sosyal-demokrat partilerin yerini doldurdular. “Demokratik sosyalizm” adı altında burjuva demokrasisini savundular. Onların yalan ve demagojilerini, kuramsal hale getirip cilalayarak emekçileri kandırdılar. Avrupa burjuvazisi için, bu revizyonist parti ve liderlerden daha iyisi bulunamazdı.
Bu dönemin, Stalin’in ölümünün ardından sosyalist SB’deki geriye dönüşle birleşmesi, durumu daha da kolaylaştırdı. Kruşçevciler de “barışçıl yoldan sosyalizm”, “barış içinde birarada yaşama” tezleriyle sınıf işbirliğine kapıları sonuna dek açtılar. Reformizmin bu denli pervasız bir şekilde ML’ye saldırmalarında büyük rolleri oldu.
Bugün yeniden Avrupa’da “sol” rüzgarlar estiriliyor ve parlamenterist hayaller körükleniyor. Bunun etkilerini ülkemizde de görüyoruz. Ama gerçekte “yeni” ve “kendilerinin icadı” imiş gibi sunulan bu görüşlerin, 150 yıl öncesine dayanan revizyonizmin cephaneliğinden apartılmış görüşler olduğunu, tarihe kısa bir göz atan herkes görebilir.