Ordu-siyaset ilişkisi

arka-logo

Ordu ve siyaset ilişkisi, her dönem tartışma konusudur. Ordunun siyasetdışı ya da siyasetüstü kalması gerektiği üzerine bolca laflar edilir. Oysa hiçbir dönem ordu, siyaset dışında kalmamıştır, kalamaz da.

15 Temmuz darbe girişiminden bu yana ordunun siyasallaşması bir kez daha gündeme geldi ve hararetli tartışmalara neden oldu. AKP hükümeti, 15 Temmuz’u bir fırsata çevirme dürtüsüyle, orduyu da kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeye girişti. Askeri liseleri kapattı, askeri hastaneleri sivile devretti, komuta kademesini çeşitli bakanlara bağladı vb…

Buna karşı çıkanlar ise, ordunun geleneksel yapısının korunması gerektiğini savundular ve siyasetin ordu içine girmesini eleştirdiler. Ordu sanki bugüne dek siyasetin içinde, hatta tam göbeğinde değilmiş gibi…

AKP de, ona bu konuda karşı çıkanlar da (ağırlıklı olarak Ergenekon davasından yargılanmış olan Avrasyacılar) ordunun hiç bir dönem siyaset dışında kalmadığını pekala biliyorlar. Onların kavgası, orduya kendi kliklerinin hakim olması kavgasıdır. AKP, orduyu kendisi açısından “tehlikesiz” hale getirmeye, kolunu-kanadını kırarak kendine bağlamaya çalışırken; Avrasyacılar da, Cemaat’ten boşalan yerleri kendilerinin doldurmasını istemekte ve orduyu AKP hükümetine bağlayan değişikliklere karşı çıkmaktadırlar. 

Hal böyleyken, tüm burjuva klikler, ordunun siyaset dışı kalması gerektiğini söyler. Bu, kitleleri kandırmak için uydurulan demagojilerden biridir. Tıpkı yargının “bağımsız” ya da “tarafsız” olduğunun söylenmesi gibi…

Gerçekte devletin hiçbir kurumu “bağımsız-tarafsız” yani “siyasetüstü” olamaz. “Siyaset” denilen şey de, basit bir biçimde şu ya da bu partinin, şu ya da bu hükümetin ordu üzerinde hakimiyet kurması değildir. Ordu, bir bütün olarak devleti elinde tutan egemen sınıfın çıkarlarını savunur, onun siyasetini güder. Bu, günümüzde burjuva sınıfının çıkarları ve siyasetidir.

Ancak egemen sınıfların da kendi aralarında çelişki ve çatlakları vardır. Bunlar kendi ellerini güçlendirmek için devletin kurumlarında güç savaşı verirler. Özellikle de en büyük silahlı aygıt olan orduya hakim olmak isterler. Bunu günümüzdeki klik savaşlarında somut olarak da görüyoruz. Fakat dillerinde hala “ordu siyasetüstü”dür, “yargı bağımsızdır” klişeleri tekrarlanıyor.

Peki neden bu klişeler “kör gözüm parmağına” yineleniyor?

Devletin sınıfsal karakterini gizleyebilmek, onu sınıflar arası kavgayı çözen sınıflarüstü bir “hakem” gibi gösterebilmek için. Gerçekler, tüm çıplaklığı ile ortaya çıksa da, bu yalan ve demagojileri kullanmaya devam ediyorlar. Ta ki, kitleler bunlara artık kanmayıp alaşağı edene dek, bu tutumlarını sürdürecekler.

 

Ordunun ortaya çıkışı

“Silahlı kişilerden oluşan özel bir örgütlenme” biçimlerinden biri olan ordu, devletle birlikte ortaya çıktı. Daha önce insanların kendilerini korumak amacıyla kendiliğinden oluşan savunma biçimleri, devlet ortaya çıktıktan sonra, yerini sürekli ordu ve polis teşkilatı gibi özel örgütlenme biçimlerine bıraktı.

Buna neden gereksinim duyuldu? Bunu anlamak için devletin neden ve nasıl ortaya çıktığına bakmak gerekiyor.

Devlet, egemenlerin ve sözcülerinin iddia ettikleri gibi “aklın bir gereği” olarak ve sınıfları “uzlaştırmak” için ortaya çıkmadı. Aksine uzlaşmaz çelişkileri olan sınıflardan birinin diğer sınıflar üzerinde “baskı ve tahakküm aracı” olarak doğdu. Marks’ın söylediği gibi, “sınıfları uzlaştırmak mümkün olsaydı, ne devlet ortaya çıkardı, ne de binlerce yıl ayakta kalabilirdi.”

Devlet, ortaya çıktığı andan itibaren ezilen sınıfları baskı altında tutmaya ve bunu yasalarla meşrulaştırmaya yarayan bir aygıt oldu. Engels’in tanımıyla “toplumun belirli bir gelişme aşamasında…toplumdan doğan, fakat kendisini onun üstüne çıkaran ve ona gitgide yabancılaşan bir güç”tü. Topluma yabancılaşmasının nedeni, “kamu gücü” olarak her tür “zor” kurumunu elinde toplamasıdır. Sürekli ordu, polis ve hapishaneler, devletin ilk ortaya çıktığı andan itibaren oluşturduğu kurumlardır. Bir başka ifade ile, silahlı gücü elinde tutma tekelini kurmuştur. Çünkü devlet, sınıf çatışmalarının tam ortasında ve bunu dizginleme adına doğdu. Ve ekonomik olarak en güçlü olan sınıfın çıkarlarını korumakla yükümlüydü. Ekonomik güç, siyaseten de egemen hale geldi.

Ezilen sınıfı bastırmak ve sömürmek için, silahlı “kamu gücü”ne ve “vergi toplama hakkı”na sahip olması gerekiyordu. Bu tür organlara ve memurlara ihtiyacı vardı. Bunlar için özel yasalar çıkarıldı, bir dokunulmazlık ve kutsallık zırhına büründürüldü. Sıradan bir polis ve subay bile, toplumun diğer bireylerinin üzerinde yer aldı.

Engels, bu “kamu gücü”nün,“sınıf karşıtlıkları şiddetlendiği ve birbirine sınırı olan devletler büyüdüğü ölçüde kuvvetlenip güçlendiğini”söyler. Henüz kapitalizmin emperyalizm aşamasına ulaşmadığı bir dönemde, (1890’lar) “sınıf mücadelesinin ve fetih rekabetinin yükseldiği Avrupa”yı işaret eder. Onun bu sözlerinden 25 yıl kadar sonra Avrupa’nın göbeğinde o zamanlar “büyük savaş” olarak nitelenen birinci emperyalist paylaşım savaşı patlayacaktır. Ve ordunun silahlanması, dev boyutlara ulaşacaktır.

Emperyalizmle birlikte ordunun gücü ve silahlanma düzeyi, her geçen yıl artarak sürmüştür. Elbette savaşlar, emperyalizmden önce de vardı. Sınıflı toplumla birlikte istila savaşların başladığını söyleyebiliriz. Yaklaşık 7 bin yılı bulan sınıflı toplum tarihinin yüzde 90’ını savaşlar oluşturuyor. Her 100 yılın 87 yılı savaşlarla geçmiş. Üstelik savaşın etkisi, yaygınlığı ve yıkıcılığı, “uygarlık” geliştikçe artmış. Savaşlarda kullanılan teknolojik aletler geliştikçe, ölü ve yaralı sayısı yüz milyonları bulmuş.  

Bir zamanlar savaşın zararı, okun nereye kadar uçacağına, bir Roma lejyonunun nereye kadar yürüyeceğine ya da bir Viking gemisinin nereye kadar yelken açabileceğine bağlıydı. Emperyalizm döneminde ise, tarihte ilk kez “üç boyutlu” bir nitelik kazandı. Kara, hava ve deniz, hatta denizaltı devreye girdi ve savaşın yıkıcılığı, ölü ve yaralı sayısından, evini-yurdunu terketmek zorunda kalan mültecilere kadar her geçen dönem daha da arttı. Sadece Irak’ta 2003’ten buyana süren savaşta 2 milyona yakın insan öldü. 

Savaş, “politikanın başka araçlarla -silahlarla- sürdürülmesi” ise, ordu politikayı “başka araçlarla sürdüren kurum”dur.. Dolayısıyla politikanın göbeğinde yer alması kadar doğal bir şey olamaz.

Savaşın şiddeti, yıkıcılığı arttıkça, orduların önemi de artmıştır. Keza her teknolojik gelişme ile birlikte ordular modernize edilmiş, yapısı değişime uğramıştır.

Bir krala-imparatora bağlı ve aristokratlardan oluşan ordulardan, zorunlu askerliğin uygulandığı düzenli ordulara geçilmiştir. Kapitalizm öncesi sömürücü toplumlarda, her iktidar odağının kendi silahlı gücü vardır. Her prensin, her beyliğin, her toprakağasının kendi zor aygıtı, yönetim mekanizmasının bir parçasıdır. Savaş dönemlerinde, her küçük birim, kendine ait silahlı gücünü, bağlı bulunduğu devletin ya da yöneticinin ortak gücüne katarak savaşır. Kapitalizmde ise, devletin merkezileşmesi, silahlı gücün merkezileşmesini de zorunlu kılmıştır. 1789 Fransız devrimi zorunlu askerliğe düzenli orduya geçişin başlangıcıdır.  

Benzer bir gelişme Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) için de geçerlidir. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne ordu, dünyadaki gelişmelere bağlı olarak çok önemli değişimler geçirmiştir. Bugün yine öyle bir dönemden geçilmektedir. Zaten bir süredir orduda değişimin sinyalleri verilmekteydi. 15 Temmuz darbe girişimi, buna uygun zemini oluşturunca, ordunun yaklaşık 200 yıllık kurumları dahi yıkılmaya başladı. Ve ordu, bir kez daha klikler arası çekişmenin en şiddetli biçimde yaşandığı kurum oldu.

 

Ordu ve askeri darbeler

Türkiye’de ordu denilince, en çok darbeler akla gelir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat diye takvimler uzayıp gider… Bir de başarısız darbe girişimleri ve daha girişime geçmeden bastırılan darbe hazırlıkları hesaba katılırsa, neredeyse 10 yılda bir darbe veya darbe girişimi ile karşılaşılmıştır.

Bu bile, ordunun siyasetin ve kilk çatışmalarının ne kadar ortasında yer aldığını göstermektedir. Buna karşın her askeri darbe, “ülkeyi kurtarmak” adına yapılır! “Sağa da sola da karşı”dır! Ve “görevini tamamlar tamamlamaz çekilecek”tir!

Kimi zaman ordunun tüm komuta kademesiyle (emir-komuta zinciri altında) kimi zaman da ordu içinde bir grup subayla, ama hepsinde benzer sözlerle darbe yapılır. 15 Temmuz’da da bunu gördük. Çünkü darbecilerin kitle desteğine ihtiyacı vardır. Fakat ister “emir-komuta” içinde, isterse bir grup subayla yapılmış olsun, arkasında mutlaka emperyalist bir güç ve işbirlikçileri bulunur. “Görevini tamamlaması” da bağlı olduğu bu güçlerin devlette hakimiyetlerini kurmasıyla ilgilidir. Bu başarıldıktan sonra (çoğu zaman yeni bir anayasa yaparak, yani geleceklerini sağlama alarak) tabi ki, işi “siviller”e bırakırlar. Ya da üniformayı çıkarıp “seçilmiş” olarak kalmaya devam ederler.

Türkiye’de ve dünyada bunun pek çok örneğini gördük. Bu örnekler, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin orduyu kendi çıkarları doğrultusunda nasıl kullandıklarını ortaya koyuyor. 15 Temmuz, bu gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi.

Uzunca bir süre “artık darbeler döneminin kapandığı” ve “Türkiye’de bir daha darbe olmayacağı” türünden sözler sarfedildi. Bunun nesnel bir temeli de vardı. Arkasında ABD’nin olduğu askeri darbeler, tüm dünyada ağırlıklı olarak ‘70’lerin sonu 80’lerin başında gerçekleşmişti. ‘90’larda Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra, ABD “tek kutuplu dünya”nın en büyük patronu olunca, darbelere de ihtiyaç kalmamıştı.

Fakat bu “saltanat” kısa sürdü. 11 Eylül 2001’de ABD’nin belli başlı kurumlarına yapılan saldırılar, yeni bir emperyalist savaşın başlangıç vuruşu oldu. ABD, yükselmekte olan Çin ve toparlanan Rusya’ya karşı “önleyici konsept” adını verdiği bir savaş başlattı. Bir yanda Afganistan ve Irak’ta işgallere girişti, bir yanda da Ukrayna başta olmak üzere eski Sovyet ülkelerinde “renkli devrimler”le yönetimleri değiştirmeye kalktı. Ardından “Arap baharı” olarak adlandırılan Kuzey Afrika ülkelerindeki halk isyanlarını kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalıştı. Bunların fayda etmediği yerlerde de etnik-mezhepsel ayrımları kaşıyarak iç savaşlar çıkardı. Libya ve Suriye’de olduğu gibi…

 Bütün bu süre boyunca Müslüman ülkelere dönük olarak, “ılımlı İslam” ideolojisini öne çıkardı, bu tür partiler, cemaatler yarattı, onları işbaşına getirdi. AKP ve Gülen Cemaati bunların başında geliyor. AKP’nin kurulur kurulmaz girdiği ilk seçimlerde tek başına hükümet olması, tesadüfi değildir. Erdoğan, daha başbakan olmadan ABD Başkanı ile görüştürülen tek liderdir. Ve Erdoğan, başbakan olduktan sonra ABD’nin yeni paylaşım savaşının adı olan BOP’un (Büyük Ortadoğu Projesi) eşbaşkanı olduğunu övünerek açıklamıştır.

ABD’nin Gülen Cemaati ile olan ilişkileri ise, daha eskiye dayanıyor. 60’lı yıllarda “Komünizme karşı mücadele dernekleri” adı altında kurulan ilk bağlantı, Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı ‘90’lı yıllarda iyice pekişti, “mutlak sadakat”a dönüştü. Başta “Türki Cumhuriyetler” olmak üzere, dünyanın dört bir yanında Gülen Okulları’nın açılması, başka türlü mümkün mü? Gülen’in 140 ülkede okulu olduğu söyleniyor. Bu neredeyse Birleşmiş Milletler’in üye sayısına yakın bir rakam. “Hıristiyan ve Yahudi dünyası ile barışık, evrensel hukuka ve demokrasiye saygılı” bir İslamcılık olarak lanse edilen Gülen Cemaati, bugün Güney Afrika Cumhuriyeti’ni “merkez üs” yapmış durumda. O Güney Afrika ki, Mandela’nın başında bulunduğu siyahların isyanlarıyla sarsılmış ve sonunda ırkçı yönetim pes etmek zorunda kalmıştı. Fakat şimdi maden işçilerinin katliamlarıyla, siyah polislerin vahşice saldırılarıyla biliniyor. 

Fakat bu “ılımlı İslam” modeli Mısır’da tutmadı. Kitleler Mursi Hükümeti’ne karşı da ayaklandılar. Bunun üzerine Mısır’da askeri darbe gerçekleşti. ABD, yıllardır kullandığı Hüsnü Mübarek’i gözden çıkardığı gibi, Mursi’yi de harcamakta tereddüt etmedi. Darbeci Sisi hükümetinin arkasında durdu. Libya ve Suriye’de ise artık “ılımlı”lara değil, radikal İslamcılara ihtiyacı vardı. Çünkü buralarda savaş, en şiddetli biçime, silahlı savaşa dönüşmüştü.

15 Temmuz, Mısır’dan sonra Türkiye’de girişilen askeri darbedir. “Artık askeri darbe olmaz” tezinin de çöküşüdür. ABD, başka yöntemlerle hükümetleri deviremiyorsa, pekala askeri darbeye başvuracağını göstermiştir. Emperyalist paylaşım savaşının başladığı bir dönemde, her tür yöntem devredir. Hele ki bu savaş, asıl olarak Ortadoğu’da, burnumuzun dibinde yaşanıyorsa…

Kesin olan; başta ABD olmak üzere emperyalistlerin hegemonyalarını kurabilmek için, askeri darbelere başvurmaktan kaçınmayacağıdır. Mısır’da başarılı olmuştur, Türkiye’de başarısız… Şöyle ya da böyle, yeni emperyalist savaşla birlikte yeni askeri darbeler dönemi de açılmıştır. Ordunun siyasetle ilişkisi, böyle dönemlerde çok daha açık biçimde kendini ele vermektedir.

 

15 Temmuz’a uzanan süreç

15 Temmuz darbe girişimi, içine girilen dönemden, yani emperyalist paylaşım savaşından bağımsız ele alınamaz. Keza ordunun siyasetle ilişkisinin geldiği durum da…

Ordu denildiğinde, asıl olarak komuta kademesi anlaşılmalıdır. Çünkü orduyu yöneten, yönlendiren ve harekete geçiren onlardır. Dolayısıyla komuta kademesinin hangi emperyalist devletle ve işbirlikçi kliği ile ilişki içinde olduğu belirleyici bir öneme sahiptir.

Bilindiği gibi Türkiye’de ordunun komuta kademesi, yaklaşık 10 yıl kadar önce ağırlıklı olarak “Avrasyacı”ların elindeydi ve bu kesim AKP hükümetiyle çelişkilerinden dolayı tasfiye edildi. Ordu-hükümet kavgasının da arka planında ABD-AB emperyalistleri ile Çin-Rus emperyalistlerinin dünya ölçeğinde başlayan paylaşım savaşı vardı. Emperyalistler arasındaki bu kamplaşma, işbirlikçilerine de yansımış ve burjuva klikler arası kavgayı olabildiğince şiddetlendirmişti. Bunun orduya yansımaması düşünülemezdi.

Devletin en büyük silahlı gücü olarak ordu, her dönem klik çekişmelerine sahne olmuştur. Orduya hakim olmak, devlete hakim olmaktır çünkü. Aksi halde bir ordu darbesi ile yıkılmak işten değildir. Bugüne dek sadece ülkemizde değil, birçok ülkede hükümetlerin askeri darbelerle yıkıldığını biliyoruz.

AKP hükümeti de işbaşına geldiği 2002 yılından itibaren bu korku ile yaşadı. O yıllarda ABD’nin Irak işgali gündemdeydi. Başında Ecevit’in bulunduğu DSP-MHP-ANAP koalisyonu ile bu savaşı yürütemeyeceğini anlayınca, Ecevit’i zehirlemekten DSP’yi içten parçalamaya kadar her yolu denedi ve erken seçimi dayattı.

AKP için bütün yollar düzlenmişti, fakat AKP’nin devletin tüm organlarına hakim olması o kadar kolay olmayacaktı. İlk olarak 1 Mart tezkeresi duvarına çarptı. Kitlelerdeki ABD karşıtlığını da değerlendiren diğer klikler, ABD’nin Irak işgalini Türkiye üzerinden gerçekleştirmesine engel oldular. Bu doğrultuda hazırlanan tezkereyi meclisten çıkartmadılar.

ABD, bunun faturasını orduya kesti. Çünkü ordu içinde “Avrasyacılar”ın baskın olduğunu biliyordu. Onları bir biçimde dize getirmesi veya tasfiye etmesi gerekiyordu. Süleymaniye’de Türk subaylarının başına çuval geçirilmesi, bunun ilk adımı oldu.   

Bunun üzerine dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Tuncer Kılıç, “biz de yüzümüzü İran’a, Rusya’ya çeviririz” diyerek ABD’ye mecbur olmadıklarını belirtmişti. Bazı aydınlar ve başını Doğu Perinçek’in çektiği kimi politikacılar da “Avrasya seçeneği”ni öne çıkardılar. NATO dışında bir “Avrasya seçeneği” olduğunun ordunun üst kademeleri tarafından seslendirilmesi ve bu tezin Harp Akademileri’nde tartışılmaya başlanması, ABD ve işbirlikçilerini telaşlandırdı.

O yıllar AKP’nin hükümet olduğu fakat “muktedir” ya da “iktidar” olamadığının sıkça yinelendiği yıllardı. Erdoğan, 1 Mart tezkeresi öncesi AKP’li milletvekilleri ile tek tek görüşmüş, buna rağmen bazı AKP milletvekillerini razı edememişti. Yani AKP kendi içinde bile tek ses değildi. 

Diğer yandan, hükümet koltuğuna kısa sürede oturmuşlardı, ama yeterli kadrodan yoksundular. Başta ordu ve yargı olmak üzere devletin en önemli kurumlarına söz geçirebilecek durumda değillerdi. Bu eksiklik, yıllardır devlet içinde kadrolaşan Gülen Cemaati ile giderildi. ‘60’lı yıllardan itibaren ABD’nin yönlendirdiği bu Cemaat, “eğitim-adliye-mülkiye” hedefiyle, öncelikle buralara yerleşmeye başlamıştı. 12 Eylül cuntasıyla önü iyice açılan Gülenciler, ‘80’li yıllarda ordu içine de adımlarını attılar. Ardından Özal hükümetleri döneminde devletin tüm kurumlarında güçlenmeye başladılar.  

 Kuleli Askeri Lisesi’ne giriş sınav sorularının 1986 yılında çalındığı ve bunun kesintisiz biçimde sürdüğü, 15 Temmuz darbesinden sonra açıklandı. Kuleli gibi, kurmay subay yetiştiren köklü bir okula girmeyi başaran Gülen Cemaati, ordu içinde büyük bir güç olmuştu. Sınav hırsızlığının sistemli hale gelmesiyle Kara Harp Okulu’nun 1994 mezunlarından bugüne, subay sayısında yüzde 70’lere ulaştığı belirtiliyor. Hava Kuvvetleri’nde ise, bu oranın yüzde 90’lar olduğu söyleniyor. Zaten 15 Temmuz darbesinin merkezinin Akıncı Hava Üssü olması ve F-16 uçaklarının kullanılması, bu tezi güçlendiriyor. 15 Temmuz sonrası Hava Harp Okulu’na yapılan operasyonlarda envanterde yer almayan (kayıtlı olmayan) silahlar da çıktı.

Elbette bütün bunlar ABD-CIA eliyle gerçekleşti. Söylendiği gibi “sızma” değil, “yerleştirme” oldu. Ve bunu hükümetler aracılığıyla yaptılar. Önceleri el altından gizli yürütülen bu faaliyet, AKP döneminde daha açık ve daha rahat bir hal aldı. Sadece askeri liseler değil, KPSS’den ÖSS’ye tüm sınav soruları verildi, devletin bütün kurumlarına yerleşmeleri sağlandı. Bu kadrolar aracılığıyla başta ordu olmak üzere devlet kurumlarından rakip klikleri tasfiye etmede epeyce yol aldılar. 

Klik çekişmeleri 2007 yılında zirve yapmıştı. AKP, kendine yönelik saldırıları savuşturduğu anda, “Ergenekon davası” adıyla tutuklama furyasına girişti. “Galiplerin hukuku” işledi. Cemaatin polisi, savcısı ve hakimleri, bu furyada başrol oynadılar. 

Özellikle ordu içinde genelkurmay başkanından kuvvet komutanlarına kadar, emekli ve muvazzaf binlerce subayın tutuklanması, aynı zamanda Cemaatçi subayların yükselmesi için önlerinin boşaltılmasıydı. Bu yerler alt kademelerle doldurulunca, Cemaatçi subaylar hızla terfi edilerek kısa sürede önemli yerlere geldiler. 15 Temmuz darbesine “tuğgeneraller darbesi” denmesi, bu yüzdendir. Darbenin komuta kademesi, ağırlıklı olarak tuğgenerallerden oluşmuştur ki, bunların ’86 yılında Kuleli Lisesi’ne çalınmış sorularla giren devre olduğu söylenmektedir.

Hiç şüphe yok ki, 15 Temmuz AKP-Cemaat ortaklığının bozulmasının bir sonucuydu. Bir başka ifade ile AKP’nin ABD ile olan ilişkilerinde pürüzler çıkması, darbeye uzanan süreci başlattı. Darbe girişiminden önce 17-25 Aralık dosyaları ile AKP’yi ve Erdoğan’ı “hukuksal” yoldan düşürmek istediler, olmadı. 7 Haziran seçimlerinde CHP ile koalisyon zorlandı, Erdoğan buna da taş koydu. AKP’yi, ardından MHP’yi bölerek alternatif yaratmak istediler, bu da olmadı. Askeri darbeler, çoğunlukla en son başvurulan yöntemdir. Bu kez de öyle oldu.

Ordunun bu savaşta nasıl kullanıldığı çok açıktır. Elbette polis, yargı, medya vb. tüm kurumlar kullanılmıştır. Fakat ordu, en büyük silahlı güç olduğundan, en etkilisidir. Sadece bu dönemde değil, Osmanlı’dan TC’ye her dönem klik çatışmalarının merkezinde yer almıştır. 

 

Osmanlı’dan TC’ye ordunun rolü

Bugünkü ordunun temellerinin, yaklaşık 200 yıl öncesinde atıldığı genel kabul görmektedir. Bunun da miladı olarak Osmanlı’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması, yani 1826 yılı esas alınmaktadır. Avrupa tarzında bir ordunun kurulması, Genelkurmay Başkanlığı’nın oluşumu (Serasker) bu yıldan sonra gerçekleşmiştir. Sonraki yıllarda orduya dair tüm birimler “Serasker”de toplanır, Serasker devlet protokolünde sadrazam ve şeyhülislam ile eşit konuma gelir. Subay yetiştirmek üzere Harp okulları kurulur, zorunlu askerlik uygulaması başlar vb…

Osmanlı ordusundaki değişimin, Avrupa’da kapitalizmin gelişmesiyle doğrudan bağı vardır. Kapitalizmin gelişmesi “ulus devletler”i doğurmuş ve ordu da bu devlet yapısına göre yeniden düzenlenmiştir. Avrupa’da modern ordular kurulmaya başlandıktan sonra, Osmanlı ordusunun da değişmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Eskiyi temsil eden ve saraya karşı isyanlarıyla bir “çıbanbaşı” haline gelen Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması zorunludur. Bu yönde birkaç kez başarısız denemeden sonra, ancak II. Mahmut, Osmanlı ordusunun diğer parçalarını (Kapıkulu Sipahileri ve topçular) yanına alarak, Yeniçerileri ortadan kaldırılabilmiştir. Bu olay tarihe “Vak’ai Hayriye” yani “Hayırlı Olay” diye geçer.

Bu tarihten itibaren Osmanlı ordusu, Avrupa ordularını örnek alarak ve kendi içinde bazı değişikliklerle bugüne kadar gelmiştir. Yeniçeri sonrası ordunun oluşumunda özellikle Prusya etkisi görülür. Osmanlı-Rus savaşlarının ardından (1877-78) bu etki daha da artar. Von der Goltz başkanlığında Almanya’dan gelen uzmanlar tarafından “modernleşme” yapılacaktır.

İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra (1908) Genelkurmay Başkanlığı, günümüzün Savunma Bakanı olan Harbiye Nazırı’na bağlanacak, bunun da başına Fevzi Çakmak getirilecektir. Fevzi Çakmak, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin de ilk Savunma Bakanı’dır.

Osmanlı’dan TC’ye devrolunan en önemli kurumdur ordu. TC’yi kuran siyasi kadrolar, Mustafa Kemal’den İsmet İnönü’ye, Fevzi Çakmak’tan Kazım Karabekir’e hepsi, Osmanlı ordusunun üst düzey subaylarıdır. Osmanlı devletindeki en önemli siyasal değişimlerde, hatta TC’nin kuruluşu ve sonrasındaki alt-üst oluşlarda, hep ordunun başrol oynadığını görürüz.

Esasında ekonomik ve siyasal gelişmeler doğrudan ordunun yapısına yansımakta, bu da iktidara hakim olmak isteyen klikler tarafından kullanılmaktadır. Bu genel doğru, sözkonusu Osmanlı ve ardından kurulan Türkiye olduğu zaman, kendine özgü yönleriyle daha katmerli ve açık bir hal almaktadır.

Tüm dünyada kapitalizm emperyalist aşamaya doğru hızla giderken, Osmanlı’nın buna ayak uyduramaması, onu bu devletlerin müdahalesine açık hale getirdi. Ulusal ve bölgesel ayaklanmalarla büyük toprak ve güç kaybına uğradı. İçte ve dışta yaşadığı sorunları ancak “zor” yoluyla, yani orduyu devreye sokarak gidermeye çalıştı. Bu da ordunun siyasetle ilişkisini çok daha bariz hale getirdi. Tanzimat’tan Meşrutiyet’e her dönemeçte bu durum karşımıza çıkar.

1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanlarıyla merkezi bir yönetimi hedefleyen reformlar, ulusal ayaklanmalara yol açmıştır. Bunun üzerine 1876’da bir grup paşanın darbesiyle Sultan Abdülaziz tahtan indirilip yerine II. Abdülhamit geçer. Tarihe I. Meşrutiyet olarak geçen bu dönemde, Abdülhamit Rusya ile çıkan savaşı da bahane ederek meclisi feshedecektir. Ancak II. Meşrutiyet ile (1908) meclis yeniden açılır. Buna karşı 31 Mart gerici ayaklanması başlar; Mahmut Şevket Paşa komutasında Selanik’ten gelen “Hareket Ordusu” tarafından bastırılır ve Abdülhamit tahtan indirilir. Ardından 1913’de gerçekleşen “Babıali baskını”, yine askerlerin ağırlığında İttihat ve Terakki’nin yönetimi tamamen ele geçirmesi ile sonuçlanacaktır.

Kısacası Osmanlı’nın son yüzyılına damga vuran tüm olaylarda ordunun nasıl bir rol oynadığını görüyoruz. Ve bu her kalkışmanın arkasında da Almanya, Fransa, İngiltere gibi dönemin kapitalist-emperyalist devletlerini ve onların işbirlikçilerini buluyoruz.

İttihat ve Terakki dönemi, Almanya’nın Osmanlı üzerinde hakimiyetini en fazla arttırdığı dönemdir. Ordunun yönetimi tamamen Alman subaylarına verilmiş ve I. emperyalist savaşa Almanya’nın safında girilmiştir. İnönü “Hatıralar”ında Almanya ile kurulan bu ilişkide, İkinci Meşrutiyet sonrası Berlin’de “askeri ateşe” olarak bulunan Enver Paşa’nın çok önemli bir rol oynadığını söyler. “Enver Paşa, Alman ordularının kudret ve kıymetine sarsılmaz bir hayranlık besliyordu” der. (Cumhuriyet Yay. Sf:22)

Enver Paşa, I. emperyalist savaş döneminde Harbiye Nazırı olarak ordunun en üst komutanıdır. İnönü, Çanakkale Savaşı’nı anlattığı bir yerde “Ordu kumandanı olarak Liman van Sanders (Alman-bn) vardı ve ondan sonra başkumandan olarak Enver Paşa geliyordu” der. (age sf:96) Sonrasında Mustafa Kemal’in Alman komutanlardan rahatsızlığını da belirtir, fakat Enver Paşa ile ciddi bir sorun yaşamadıklarını söyler. İnönü de Enver Paşa’yı “iyi bir asker, iyi bir subay, iyi bir insan” diyerek övmektedir. (age sf:92)

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları zaten İttihat ve Terakki’nin içinden çıkmıştır. Kimi olaylara dönük eleştirileri olsa da, liderlerine karşı son derece saygılı ve bağlı kalmışlardır. 

TC kurulduktan sonra ordunun siyasetle ilişkisinin kesildiği iddia edilir. Mustafa Kemal’in orduyu siyasetin dışında tutmak istediği ve kendisinin üniformasını çıkararak buna önderlik ettiği söylenir. Ne var ki, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra ordu, yeni rejim ve Atatürk karşıtlarına karşı kullanılmıştır. İç isyanların bastırılmasında rejimin “asayiş gücü” olmuştur. (*)

Sadece rejimle karşıtları arasındaki savaşta değil, rejimin kendi içindeki çelişkilerde de ordunun kullanıldığını görürüz. Örneğin Atatürk’ün ölümünün ardından kimin cumhurbaşkanı olacağı yönünde yaşanan çekişmede, dönemin I. Ordu Komutanı Fahrettin Altay, İnönü’den yana ağırlığını koymuş ve İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasında ordu başat rol oynamıştır. Genelkurmay Başkanlığı’nın Başbakan’a bağlanması da o dönem gerçekleşir. 1949’da tekrar Savunma Bakanlığı’na bağlanmış ’61 ve ’82 Anayasası ile yeniden başbakanlığa geçmiştir. Bu değişimlerin klikler arası mücadele ile doğrudan bağı vardır. Tıpkı 15 Temmuz sonrası AKP hükümetinin hızla benzer uygulamaları devreye sokması gibi…

1950’de Demokrat Parti’nin (DP) işbaşına geldiği dönemde de, içlerinde kuvvet komutanlarının da olduğu toplam 15 general ve 150 albay emekliye sevk edilmiştir. Ve TSK’da ilk kez bazı albaylar, vekaleten tümen komutanı yapılmıştır. Kısacası DP, kendine karşı olduğunu düşündüğü subayları tasfiye etmiş, kendine yakın olanları ise mevzuatlara aykırı bir biçimde terfi ettirerek orduya hakim olmaya çalışmıştır. Fakat buna rağmen bir askeri darbe ile yıkılmayı ve Menderes ile iki bakanın idamını engelleyemeyecektir.

Ve 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında ordu içinde yine büyük bir tasfiye hareketi yaşanacaktır. Öyle ki, bu tasfiyenin 1826 Yeniçeri Ocağı’nın imhası, 1913 Balkan savaşı sonrası gerçekleşen tasfiyelerin ardından, ordudaki en büyük tasfiye hareketi olduğu söylenir. (235 general ve amiral ile 5 bine yakın subay emekli edilmiştir.)

İkinci emperyalist savaş sonrası emperyalist-kapitalist sistemin başına geçen ABD, Türkiye’de de hegemonyasını kurar ve 50’li yıllardan itibaren ordu içindeki gelişmelerde ve tabi ki darbelerde belirleyicidir. 1952’de Türkiye’nin NATO’ya girişi de, TSK’nın Kore’de savaşmasıyla olmuştur. NATO üyeliği ile birlikte çok sayıda silah, araç ve gereç ABD’den alınır, askeri personel, NATO ölçütlerine göre eğitilir ve ordunun yeni düzeni NATO’ya göre oluşur. Bir kontrgerilla örgütlenmesi olarak “Özel Kuvvetler Komutanlığı” da “Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı” adıyla 1953’te kurulur ve bugüne kadar gelir.

Sonuçta 1952’den bu yana TSK bir NATO ordusudur. Bütün “parlak subaylar” NATO’da görev alır; kurs programlarına katılır ve o askeri-siyasi kültürle yetiştirilir. Dolayısıyla darbelerin arkasında hep ABD’nin olmasına şaşmamak gerekir. Fakat 2000’li yılların başından itibaren ABD’nin irtifa kaybetmesi ve yeni bir emperyalist paylaşım savaşının başlaması, ordu içinde farklı emperyalistlerin de güç edinmesini sağlamıştır. Bu durum I. ve II. emperyalist savaş sırasında da böyledir. (Bkz: Değişen Dengeler, Yediveren Yayınları)

 

15 Temmuz sonrası

15 Temmuz darbe girişiminin ardından AKP hükümeti, arka arkaya aldığı kararlarla ordu içinde çok ciddi değişiklikler yaptı. Bir kez daha TSK büyük bir tasfiye ile karşı karşıya kaldı. 15 Temmuz sonrası ilk bir ay içinde TSK’nın yüzde 60’ı tasfiye edildi. Bir kısmı tutuklandı, bir kısmı görevden alındı. 9’u general, 300’e yakın subayın da firarda olduğu söyleniyor.

Diğer yandan başta Kuleli gibi 200 yıllık bir geçmişi olan bir askeri lise dahil olmak üzere tüm askeri liseler ve harp okulları kapatıldı. Askeri tıp akademileri ve askeri hastaneler, sivile devredildi. Genelkurmay ve kuvvet komutanları, cumhurbaşkanı, başbakan, içişleri ve savunma bakanlıkları gibi farklı kurumlara bağlandı vb…

Orduya dair bu denli geniş ve köklü değişiklikler yapılırken, polis teşkilatı da yeniden ele alındı. 17-25 Aralık sonrası poliste büyük bir tasfiye yapılmıştı, buna rağmen 15 Temmuz sonrası bu tasfiye devam etti. Polise özel harekatçı alımında KPSS kaldırıldı, mülakatla alıma geçildi. 7 bin olan Özel Harekat Timleri’nin sayısı, 15 bine çıkartılarak, görev alanları genişletildi, askerin olduğu bölgelerde de görev yapacağı açıklandı. Ayrıca polis, ağır silahlarla donatılmaya başlandı. Polis, yasal değişikliklerle de güçlendirildi, orduya paralel bir silahlı güç haline getirildi. Zaten 15 Temmuz darbesinin bastırılmasında polis teşkilatı önemli bir rol oynadı.

Sadece polis de değil, AKP’nin oluşturduğu özel eğitimli milis güçleri, cihatçı çeteler, meydanları doldurdu. Suriye’ye karşı cihatçı yetiştirmek için kurulmuş özel askeri birlik olan SADAT’ın adı, 15 Temmuz sonrası sıkça anıldı. SADAT’ın başında bulunan Ahmet Tanrıverdi, cumhurbaşkanı başdanışmanı oldu. Bu durum, Erdoğan’ın kendisine ayrı bir ordu oluşturduğu şeklinde yorumlandı. Erdoğan’ın başyaverinin bile darbeci çıkmasından sonra, “Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı” da kaldırıldı.

Kısacası 15 Temmuz sonrası başta ordu olmak üzere birçok kurumda önemli değişiklikler yapıldı, yapılıyor. Başta da belirttiğimiz gibi TSK’nın yapısının değiştirilmesi bir süredir gündemdeydi. Ve bu yönde bazı adımlar da atılmıştı. Fakat böylesi köklü değişimleri, bu kadar kısa sürede yapabilmek, olağan bir süreçte kolay değildi. 15 Temmuz, böyle bir fırsatı yarattı.

NATO, 90’lı yılların ortalarından itibaren kendi yapısındaki zorunlu değişikliklere paralel olarak TSK’ya yeni görevler yüklemişti. Örneğin ’98 yılında Türkiye’de Barış İçin Ortaklık Eğitim Merkezi (BİOEM) açıldı ve NATO üyeleri de dahil toplam 43 ülkeye askeri eğitim ve bilgi alışverişi sağlama görevi verildi. Sonrasında TSK, Arnavutluk’tan Kazakistan’a, Bosna’dan Afganistan’a birçok ülkenin ordusunu eğitmek üzere görev yaptı.

ABD, TSK’nın Kürt halkına karşı yürüttüğü kirli savaşın deneyimlerinden, kendine bağımlı kıldığı diğer ülkelerin de yararlanmasını istiyordu. Böylece bu ülkelerin ordusu, NATO standartlarına uygun hale gelecek ve onun her emrine hazır bir askeri yapılanma içinde olacaktı. Kısacası ABD, “NATO’ya terfi etme”nin hocalığını TSK’ya vermişti.

O yıllarda The Economist dergisi, “Dünyanın ve gelecekteki en krizli ve çatışmaya uygun bölgesinde Türkiye’ye ihtiyacı bulunuyor; bu yüzden Türkiye’nin güçlü bir askeri güç haline gelmesi gerekiyor” diye yazıyordu. TSK’nın ABD’nin çıkarları doğrultusunda dışa açılması, ABD ve işbirlikçilerinin üzerinde en çok yoğunlaştıkları konuydu.

Diğer yandan hantal ve hareket kabiliyeti zayıf bir ordu yerine, küçük ve mobilize birlikler, hem gerilla savaşına, hem de her türlü halk hareketi, grev ve direnişin bastırılmasına uygun biçimler olarak öne çıkarılmıştı. Homojen alay ve tümenlerin kaldırılıp karma unsurlardan oluşan tabur ve tugaylardan orduların kurulması NATO’nun temel yönelimiydi. Böylece ordu küçülecek ve hareketliliği artacaktı. Bu,  yeni emperyalist savaş ve ülke içinde halk ayaklanmalarını bastırmak için gerekli olan değişimlerdi.

Hatırlanacaktır; 2000’li yılların başında ABD düşünce kuruluşları, “21. yüzyıl ayaklanmalar yüzyılı olacak” demişlerdi. Başta ordu olmak üzere silahlı kurumlar, buna göre düzenlendi. Kontra örgütlenmeler, paralı özel şirketler arttı. Bunlar yoksul ve azınlık kesimlerden, suçlulardan, toplum dışına düşmüş kesimlerden paralı asker temin etmeye başladı. Libya ve Suriye gibi ülkelerde, halkın diliyle “ipten-kazıktan kurtulan”lar, savaşa sürüldü. Irak işgali sırasında Blackwater adlı özel bir askeri birliğin, sivil halka dönük işkence ve katliamları biliniyor.

Böylece devletler birçok kirli işi bu şirketlere yaptırarak, işin hukuki ve siyasi sorumluluğundan sıyrılıyorlar. Ayrıca artan asker cenazeleri nedeniyle kitlelerde yükselen savaş karşıtı tepkileri de azaltmış oluyorlar.

15 Temmuz sonrası ordu içindeki değişim, başlayan bu sürecin devamı olmakla birlikte, esas olarak AKP’nin orduda hakimiyetini arttırma, ipleri tamamen ele alma telaşıdır. Öyle ki, Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılması gibi köklü bir değişikliğin fiilen yapıldığını söyleyenler vardır. Ağırlıklı olarak Avrasyacı subaylardan gelen eleştiriler, ABD’nin Irak’ta ve Suriye’de orduları zayıflatarak parçaladığı, şimdi Türkiye’de aynı şeyin denendiği üzerine oturmaktadır. Özellikle orduda “emir-komuta birliği”nin bozulması ve “ordunun itibarının sarsılması” en fazla eleştirilen konudur. 

Başta ordu olmak üzere kamu kuruluşlarında görevden alınan onbinlerce kişinin yerleri, AKP’yi destekleyen cemaatler tarafından doldurulmaya başlanmıştır. Gülen Cemaati’nin yerini Süleymancılar, Menzilciler, Kadiriler gibi tarikatların aldığı söylenmektedir. Her klik gibi AKP de orduya hakim olmaya çalışıyor. Fakat bu çabaların karşı darbeleri önleyemediği tarihsel olarak kanıtlanmış durumda.

Bu sistem içinde ordu, hangi kliğin eline geçerse geçsin ve ne tür değişiklikler yapılırsa yapılsın, varlığını koruyacak ve bir ölüm makinesi olarak geliştirilmeye devam edilecek. Ordular, ölme-öldürülme üzerine kurulmuştur. Ve günümüzde daha çok iç isyanları bastırmakla görevlidir. İster dış müdahale, ister iç isyanlar için olsun, devletin ezilen halklara, işçi ve emekçilere karşı kullandığı en önemli organı olmayı sürdürmektedir.

 

Ordusuz bir dünya

Ordusuz bir dünya, savaşsız sömürüsüz-sınıfsız bir dünyadır ve elbette insanlığın en büyük özlemidir.

Burjuvazi ne kadar aksini iddia etse de, ordu gerçekte bir sınıfın ordusudur. Erlerin halkın çocukları olması, onun halkın ordusu yapmaz. Yukarıda belirttiğimiz gibi, doğrudan emperyalistlerin ve işbirlikçilerin emrindedir ve onların çıkarlarını korumakla yükümlüdür.

Sadece proletarya, kendi ordusunun sınıf karakterini gizlemeye gerek görmez. Siyasi komiserler, proletaryanın sınıf iradesinin ordu içindeki temsilcileridir.

Sosyalistler, sürekli ordunun dağıtılmasını, halkın silahlandırılmasını, subaylar kastının feshedilerek, subayların da askerler tarafından seçilmesini savunurlar. İktidar burjuvazinin elindeyken ordunun demokratikleşmesi mümkün değildir. Fakat militarizme karşı mücadelede, subaylar kastının imtiyazlarına karşı çıkış ve subayların seçilmesi talebi, emperyalist ordularda bile yankı bulmuş ve çeşitli isyanlara yol açmıştır.

Sosyalizmde de ordu varlığını koruyacaktır. Dışta emperyalist saldırılara, içte karşı-devrimci ayaklanmalara karşı sosyalist ordu (kızıl ordu) zorunludur. Ne var ki, bu ordu, kapitalizmdeki ordudan niteliksel olarak farklı olacaktır.

Marks I. Enternasyonal Belgeleri’nde, “çeşitli ülkelerin işçilerinin birleşmesi, uluslararası savaşları olanaksız kılacaktır” diyerek, savaşın kökünün tamamen kazınmasının, “işçilerin birleşmesiyle olacağı”nı vurgulanmıştı. “Eski toplumun tam tersine, her ulusta aynı ilkenin, yani emeğin egemen olması nedeniyle, yalnızca işçi sınıfı, uluslararası ilkesini barışın oluşturacağı bir toplum düzenini kurma yeteneğine sahiptir” demişti.

Engels ise, “günümüzde ordu tarafından sivil halkların elinden alınan sayısız iş gücü, sınıfsız toplumda tekrar işinin başına verilecektir; bunlar tükettikleri kadar üretmekle kalmayacak, geçimleri için gerekenden çok daha fazla ürünü resmi depolara da yollayabilecektir” der. Böylece geleceğin toplumunun, asalak ordudan kurtulduktan sonra nasıl refah toplumuna dönüşeceğini ortaya serer.

Tıpkı devletin sönümlenmesi gibi, devletle birlikte ordu da kaybolup gidecektir. Bir başka ifadeyle kızıl ordunun dağıtılabildiği gün, komünist sistemin zaferinin gerçekleştiği gün olacaktır.

 

(*) Oysa Atatürk’e atfedilen ordunun siyasetin dışında bırakılması tutumu, Enver Paşa tarafından 1913’te gerçekleştirilmiştir. “Enver Paşa, Harbiye Nazırı olarak büyük bir tasfiye hareketiyle derhal ordunun ıslahına girişti… Bu tasfiyeyi yaptıktan sonra bütün gücünü, beraber ihtilalde bulunmuş (1908) kimseleri ordudan çıkarmada kullandı. Bunlara dışarıda vazifeler bulundu… Hülasa siyaset yapmış, siyasete heves etmiş olanları ordu içinde bırakmadı. Bu hareketi yapması şarttı. Siyasi ilişkilerden dolayı cemiyetin (İttihat Terakki Cemiyeti -bn) gözünde itibarlı sayılan subay, mesela bir binbaşı, orduda amirleri tarafından emrolunamaz, kendisine vazife verilemez bir set halinde iken, bu setlerin hepsi bertaraf edildi ve kumanda mekanizması muntazam işler hale geldi. (İsmet İnönü, Hatıralar, Cumhuriyet Yay. sf: 92)

Ayrıca Atatürk, farklı yöntemlerle sorunları çözebildiği ölçüde orduyu devreye sokmadı. Çözemediğinde ise orduyu kullanmaktan, siyasetin içine sokmaktan geri durmadı.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …