Son dönemin en çok okunan, tavsiye edilen kitaplarından biri oldu Sapiens. Sadece Türkiye’de son iki yılda (ilk baskı Şubat 2015’te) 30’un üzerinde baskı yaptı. Bu, ortalama 20 günde bir yeni baskı anlamına gelir ki, inanılmaz bir rakamdır.
Evrim Teorisi tartışmalarının yoğunlaştığı son süreçte, Sapiens’in okunurluğu da arttı. Çünkü çeşitli dayanaklarla evrimi savunuyordu; kitabın tek olumlu tarafı da bu olmuştu.
Bunu bir kenara bırakacak olursak, kitabın geri kalanı, son derece önemli tarihsel, bilimsel ve siyasi-ideolojik çarpıtmalarla doludur.
Kitap “bilimsel” değildir
Bu kadar çok okunmasının nedenlerinden biri, kitabın tarihi magazinleştirmesidir. Ancak bunu yaparken, tarihi gerçeklere sadık kalmamış, çok temel doğruları bile altüst ederek tarihi çarpıtmıştır.
Mesela “dilin gelişimi” kitapta insanların “dedikodu yapma ihtiyacı” ile açıklanıyor. Oysa dilin gelişimindeki en önemli unsur, sözkonusu dönemdeki üretimle ilgili koşul ve gerekliliklerdir. Doğadaki tüm canlıların, kendi yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıkları bir dil vardır. Grup halinde yaşayan canlıların dili, bireysel yaşayan canlıların dilinden daha gelişkindir; çünkü barınma ve beslenme için kolektif hareket etme, kendi bilgilerini aktarma ihtiyacı duyarlar.
Hayvanlardan Tanrılara
SAPİENS İnsan türünün kısa bir tarihi Yazar: Yuval Noah Harari Kolektif Kitap |
Mesela bir arının kovandaki arkadaşlarının karşısında kanat çırparken vücudunun yönü, bulduğu besinin yönünü, kanat çırpma hızı, besinin uzaklığını gösterir.
İlkel insan toplulukları için de dil, öncelikle beslenme ve barınma amaçlı olarak gelişmiştir. Kabuklu küçük hayvanlar ve basit yumrularla beslendikleri ilk dönemlerde bu dil son derece zayıftır; benzer hayvan türlerinde olduğu gibi, çeşitli sesler çıkarmanın ötesine fazla geçememiştir. Avcı ve toplayıcı evrede, kolektif yapılması gereken işler arttıkça (artık daha büyük hayvanların avlanması ve ilk av aletlerinin üretilmesi gibi), işin örgütlenmesi için gereken sesler, tonlamalar, kelimeler artmıştır. Tarımsal üretimin ve hayvan evcilleştirilmesinin başlaması, insanlar arası iletişim ihtiyacını artıran, bu nedenle konuşma dilinin zenginleşmesini kaçınılmaz kılan unsurdur.
Engels, “Doğanın Diyalektiği” adlı önemli eserinde, özellikle “maymundan insana geçişte emeğin rolü” başlıklı makalesinde, elin kullanımı, üretim ve insanlaşma arasındaki ilişkiyi son derece açık ve çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır.
Hal böyleyken, dilin gelişimini “dedikodu yapma ihtiyacı”na bağlamak ve bunu da bugünkü insanın yaşam alışkanlıklarından yola çıkarak kanıtlamaya uğraşmak, en hafifinden ciddiyetsizliktir.
Bir başka örnek, “tarım devrimi”ni ele alışta ortaya çıkıyor. Yazar, “tarım devrimi bir tuzak mıydı” başlığını taşıyan uzunca bir bölümde, insanlığın gelişimini altüst eden bir şeyler söylüyor.
Yazara göre, tarım devrimi öncesinde insanlar için tüm dünya “keşfedilmesi gereken uçsuz bucaksız topraklar”dır; yerleşik düzenleri olmadığı, tarımla toprağa bağlanmadıkları için “istedikleri gibi” gezerler, barınak inşa etmedikleri için açık havada yaşarlar, “ağaçtan topladıkları incirler ve av hayvanlarıyla” gayet güzel beslenirler, bu nedenle “son derece sağlıklı”dırlar. Tarım devrimi ise, insanların ufuklarını ev ve tarlalarıyla sınırlamıştır; açık havada değil, sağlıksız-rutubetli evlerde uyurlar, toprağa bağımlı hale geldikleri için artık gezip tozamazlar, daha çok çalışıp daha az ve daha kötü beslenirler. Sonuç? “Tarım devrimi, insanların yaşam koşullarını kötüleştiren bir tuzaktır”!
Tabi tüm bunlar gerçeğin tam bir çarpıtılmasıdır.
Yerleşik tarıma geçiş, insanın insanlaşması sürecinin en önemli halkalarından, sıçrama noktalarından biridir. Doğadaki hiçbir hayvan, barınmak-beslenmek amacıyla doğadaki herhangi bir unsurun şeklini değiştirerek kendisine alet üretemez. Doğaya müdahale edemez, zaten doğada varolan unsurları kullanır. Mesela kırık dallardan kendisine bir yuva yapan bir kuş, bu dalları yontmayı düşünemez bile.
Sadece insan, doğaya müdahale etmeyi, doğayı değiştirmeyi başarmıştır. Mızrak ya da bıçak yaparak avlanmak, toprağı kanırtmak için kullandığı sopayı çapaya dönüştürmek, demirden aletler yapmak vb. insanın hayvandan ilk ayrışmasıdır. Alet yapmak, yani üretmek, “insanlaşma”nın ilk adımıdır. Bunun içindir ki, insan “alet yapan hayvan” olarak da tanımlanır. Yerleşik tarıma geçiş ise, bunun ikinci evresini oluşturur.
İlk insanların daha iyi yaşadığı söylemi, bilimsel bulgularla uyuşmayan, dayanaksız bir söylemdir. İlk insanlar genellikle yetersiz beslenirlerdi. Romantik-kültürel geziler yapmak için değil, bulunduğu bölgedeki besin tükendiği için gezmek-yer değiştirmek zorunda kalırlardı. Barınakları olmadığı, aletleri de yetersiz olduğu için vahşi hayvanların saldırılarına ya da aşırı soğuk gibi doğa olaylarına karşı savunmasızdılar. “Şifacıları” belli tedavileri başarmış olsa bile, bugün son derece basit görünen pek çok hastalık bütün kabilenin birden ölümüne sebep olabiliyordu. Ölüm oranı, özellikle de çocuk ölüm oranı son derece yüksekti. “Ağaçlardan incir yemek” romantizmi, bugünkü insan hayaline çekici görünebilir; gerçek ise yenebilir yemiş ve yumruların son derece yetersiz olduğudur. Besin depolamak, zor günler için saklamak neredeyse imkansızdı. İlk insanlar, günde tek bir öğün yemek yiyorlardı. (İki öğün yemek yerleşik tarıma geçtikten sonra, köleci toplumun bir evresinde ortaya çıktı. Günde üç öğün yemek ise, fabrikaların kurulduğu, insanların günde 18-20 saat çalıştığı vahşi kapitalizm döneminde bir ihtiyaca dönüştü.) Sabah yiyecek aramaya başlıyor, gün boyunca bulabildikleri, toplayabildikleri yiyecekleri, günün sonunda paylaşarak yiyorlardı. Ve ortalama insan ömrü (arkeolojik bulgulara göre), yaklaşık 30 yıldı.
Bu koşullarda insanlık, yerleşik tarıma bile-isteye geçmiş değildir. Bir gün birilerinin aklına esip, böyle daha iyi (ya da daha kötü) olacağını planlayarak yapılmış bir iş de değildir bu. Sadece ve sadece, üretimin geldiği aşama, yerleşik tarımı kaçınılmaz kıldığı için, bu geçiş gerçekleşmiştir. Daha iyi avlanmak ve daha iyi besin bulmak için alet yapmaya harcanan efor, insan beyninin gelişimini, gözlemini ve düşünme olgusunu güçlendirmiştir. Daha iyi aletlerden, barınmak için daha iyi koşulların sağlanmasına, giderek besini bulmak yerine kendisi üretmeye geçilmiştir.
Ve bu süreç, yüzbinlerce yılı kapsamıştır.
İlk alet yapımı, yani insanın hayvandan ilk ayrışması, yaklaşık 300-400 bin yıl öncesine dayanmaktadır. Yerleşik tarıma geçiş, yani köleci toplumun başlaması ise, bugünden yaklaşık 7-8 bin yıl öncesidir.
Yerleşik tarım öncesindeki ilkel komünal toplum boyunca, “birim insan”ın bulabildiği-üretebildiği yiyecek miktarı, “birim insan”ın beslenmesini bile zorlukla karşılayabilecek düzeydedir.
“Birim insan”ın, “tüketebildiğinden daha fazlasını üretebildiği” evre, sömürünün de ortaya çıktığı evredir.
Burada “insanlığın gelişimi” ile “sömürünün başlaması” iki farklı şeydir ve birbirine karıştırılmamalıdır.
Birincisi, insanın “tüketebildiğinden daha fazlasını üretmesi”, insanlığın gelişimi anlamına gelmektedir. Daha iyi binalar yapılması, gıda çeşitlerinin artması, bilim ve teknolojinin gelişmesi, insanlığın gelişmesidir. İnsanlık, alet üretmeye başlamakla birlikte, sadece karnını doyuran ve üreyen hayvan olmaktan, düşünen-üreten insana dönüşmüştür. Yerleşik tarıma geçiş ise doğayı-uzayı tanıyan, soyut düşünen, matematiği-mimariyi geliştiren, toplumsal yaşam kuralları-yasaları belirleyen, bilim-sanat-felsefeyle uğraşan bir varlığa dönüşmenin ilk adımıdır.
İkincisi, bilim ve teknolojinin gelişmesi, insanlığın düşünmesi ve üretmesi, elbette insanlığın ilerlemesidir. Bu sürecin, sömürüyü beraberinde getirmesi ise, insanlığın mücadele etmesi gereken bir unsurdur.
Mimarinin gelişmesi ve daha iyi konutlar yapılması, insanlığın ilerlemesidir; insanların çoğunluğunun halen gecekondularda yaşıyor olması ise, sınıf mücadelesinin unsurudur. Gen teknolojisinin gelişmesi, insanlığın ilerlemesidir; bu teknolojinin insanlığa zararlı ürünler üretmek için kullanılması sınıf mücadelesinin gündemidir.
Bu nedenle komünal yaşıyor olmalarına rağmen ilk insanlara “ilkel komünal” denmesi; sömürünün ortaya çıktığı, devletin kurulduğu köleci toplumdan itibaren sürecin ise “medeniyetin doğuşu” olarak tanımlanması boşuna değildir. Marksizm, sömürünün en yoğunlaştığı sistem olan kapitalizmin, sömürüyü ortadan kaldıracak olan dinamikleri de yarattığını, sınıfsız-sömürüsüz toplum idealine yakınlaştırdığını da ortaya koymuştur. Sömürücü toplum olan kapitalizmden sonrası, “ilkel” olmayan, insanlığın gelişiminin ulaştığı düzeyi insanlığın hizmetine sunacak olan komünal toplum (komünizm) olacaktır.
Sapiens kitabının yazarı, ilkel toplulukları ve tarım devrimini anlattığı bölümlerde, bugünkü modern insanın, doğaya, doğal yaşama duyduğu özlemi de sömürmektedir. Son dönemlerde artan bir eğilimdir, kapitalizmin bunaltıcı koşturmacasından doğanın bağrına kaçma isteği. “Ferarisini satan bilge” gibi kitaplar bunu körüklemektedir. Zenginler ve ünlüler arasında, ormanda yaşamak, çocuğunu okula göndermeden kendisi eğitmek gibi eğilimler hiç küçümsenmeyecek düzeydedir.
Bunlar kapitalist sisteme duyulan tepkinin yanlış ifadeleridir.
Mesela insanın en temel özelliği sosyal yanı ve kolektif yaşamasıdır; ama “doğaya kaçış” fantezileri aynı zamanda “insandan kaçış”ı da içermekte, en fazla bir kaç kişilik aile-topluluk öngörmektedir. Oysa ilkel insanlar bile, ortalama 150 kişilik topluluklar halinde yaşarlardı.
Diğer taraftan “doğaya kaçarak” kapitalizmin insanlıkdışı yanlarından kurtulmak isteyenler, genellikle kapitalizmin rantını en fazla yemiş olan kesimlerden çıkmaktadır. Bugün “Ege’de bir çiftlik alıp tarımla uğraşmak” isteyenlerin çoğu, oldukça iyi düzeyde mali varlığı ve düzenli geliri olan zengin kesimlerden çıkmaktadır. Yoksul emekçilerin, proleterlerin, böyle bir hayal kurma ihtimali bile, zaten yoktur.
Yani kitapta ileri sürülen “tarım devrimi insanları daha kötü konutlara, daha kötü besinlere ve daha çok çalışmaya mahkum etti; modern insan da kötü bir koşturmacanın içinde insanlığını farketmeden yaşamaya mahkum oldu” teorisi, bir yanıyla kendi içinde önemli tarihsel-siyasal hatalar barındıran yüzeysel bir değerlendirmedir. Diğer yanıyla da, bugünün sorunlarının geçmişe dönülerek çözülebileceği yanılsamasını yaratan yanlış bir bakışaçısıdır.
Günümüzün sorunlarını geçmişe öykünerek, geçmişi yapay olarak yeniden kurmaya çalışarak, insanlığın ulaştığı düzeyi yok sayarak değil; bütün bu gelişimi işçi ve emekçileri sömürmek için kullanan sınıflı toplumlara karşı mücadele ederek çözebiliriz. Çare, kapitalizmden kaçarak ormana sığınmak, evleri terk ederek ağaç kovuklarında (ya da bugünkü zenginlerin yaptığı gibi orman kenarındaki lüks teknelerde, lüks çiftlik evlerinde) yaşamak değil; kapitalizme karşı mücadele etmektir. Bilimi ve teknolojideki gelişmeleri reddetmek değil; bir avuç sömürücüyü yerle bir ederek bilim ve teknolojiyi insanlığın çıkarına kullanmak tek doğru çözümdür.
Yazarın “hayali” dünyası
Yazarın tarih çarpıtıcılığı, bilinçli bir tercihtir. Geçmişle bugünün bağlarını nesnellikten kopartarak ele almakta, üretim süreçlerinin insanın toplumsal varlığı üzerindeki etkisini yok saymakta, insanın gelişim evrelerini tersyüz etmekte, bu gelişmenin ekonomik-toplumsal-siyasi unsurlarını dışlamaktadır.
Bu bilinçli çarpıtma, yerleşik tarıma geçmek gibi, nedenleri ve sonuçları açısından tartışmaya kapalı son derece nesnel unsurlarda bile kendini göstermektedir. Ancak bununla sınırlı değildir. İnsanın toplumsal varlığı, kitapta daha ciddi ve daha sistematik bir saldırıya ve çarpıtmaya maruz kalmaktadır.
Kitabın önemli bir bölümünde yazarın kullandığı kavram, “hayali”dir. Demokrasi, eşitlik, hukuk, toplum düzeni vb. tüm sosyolojik-siyasi kavramlar, yazar tarafından “hayali” olarak yaftalanmaktadır. Bunların hepsinin insanın hayali olarak yarattığı kavramlar olduğu, “gerçek olmadığı” anlatılmaktadır.
Yazara göre Romalılar hayali bir düzen kurmuş ve “köle” sistemini getirmiştir, Amerikalılar ise, kendi hayali sistemlerinde köleliği kaldırmışlardır. Eşitlik ve özgürlük hayali kavramlardır; insanların eşit olması mümkün değildir. Hukuk hayalidir; Roma’da neden bir kadının öldürülmesinin şu kadar gümüş ile cezalandırıldığının, ABD’de bir kadının öldürülmesinin şu yasa ile cezalandırıldığının bir açıklaması yoktur yazarın anlatımında: O günkü insanlar öyle hayal kurmuştur, bugünkü insanlar böyle hayal kurmuştur!?!
Aslında bu kitabın tamamında iddia edilen ve bilimsel olduğu ileri sürülen unsurlar, yazarın hayal ürünüdür.
Çünkü demokrasi, hukuk gibi kavramlar, sınıf mücadelesinin sonucunda şekillenmiş kavramlardır ve sınıf mücadelesi de, üretimden, verili anda içinde bulunan koşullardan bağımsız değildir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, “birim insan”ın, tüketebileceğinden daha fazla üretebildiği aşama, köleci toplumun başladığı aşamadır. O aşamadan önce, kimsenin kimseyi köleleştirmesi ihtimali zaten yoktur; çünkü sömürülecek bir “fazla üretim” sözkonusu değildir. Ve bu koşullarda “sömürü”, “hayali” bir kavram değil, üretimin geldiği aşamanın zorunlu bir sonucudur.
Biyolojik bir kavram olarak elbette “eşitlik” diye bir şey yoktur. Biyolojik olarak her bir insan benzersizdir. Mesela parmak izi ve DNA, “kişiye özel”dir, dünyada ikinci bir örneği yoktur. Aynı biçimde zürafanın çizgilerinin, leoparın sırtındaki desenlerin de “her birine özel” ve “benzersiz” olduğu bilinmektedir. “Eşitlik” ise, biyolojik değil sosyolojik bir kavramdır. Ve sömürüye karşı verilen mücadele içinde şekillenmiştir. Sömürücülerin sömürü düzenini hedeflemekte; ezilenlerin de insan olduğunu, insanca yaşamayı hakettiklerini ifade etmektedir. Mesela sağlık, eğitim, ulaşım, barınma gibi en temel insani ihtiyaçların, sadece parası olan için değil, tüm insanlar için zorunlu olarak karşılanması gerektiğini ifade etmektedir. Yazar bunun neresini anlamamıştır!?
Hukuk da üretim düzeyinin ve bunun içinde şekillenen sınıf mücadelesinin bir sonucudur. Aslen egemen sınıfın çıkarlarını koruma amacıyla, devletin yönetme araçlarından biri olarak şekillenmiştir. Roma hukukunun, köle sahiplerinin çıkarlarını gözeten maddelerden oluşmasının nedeni budur. Roma hukukunda, başkasının kölesini öldürülmesinin cezası hafifken, bir köle sahibinin öldürülmesinin cezasının çok ağır olmasının nedeni budur.
Diğer taraftan sınıf mücadelesi, kimi hukuk maddelerini sömürülenlerin lehine değiştirmeyi başarmıştır. İşçiler için 8 saatlik işgününün yasalaşması sınıf mücadelesinin sonucudur mesela. Keza insan hakları evrensel beyannamesi, Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren işçi ve emekçilerin zoruyla “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” kavramlarının “tüm insanlar” için bir hak olarak tanınması mücadelesiyle kazanılmış hukuksal bir düzenlemedir.
Yaşadığımız hiçbir şey “hayali” değildir. Kapitalizm koşullarında kim hangi hayali kurarsa kursun, “kölelik” geri gelmez mesela. Ya da tersten, kim hangi hayali kurarsa kursun, köleci ya da feodal toplum döneminde “proleter devrim” gerçekleştiremez.
“Belirsiz”leştirerek “bilgi” çarpıtılmaktadır
Kitapta uydurma ve magazinsel bir sürü “bilgi”, kimi doğru bilgilerle içiçe verilmektedir. Ancak bu yapılırken, tarihsel olarak kanıtlanmış olan bilgi, çeşitli varsayımlar, hatta çeşitli saçmalıkların içinde eritilmekte, “o da doğru olabilir, bu da doğru olabilir, kim bilir” yaklaşımı kullanılmaktadır.
Bu yaklaşım ise, “belirsizlik” içinde şaibeler yaratmak, “belirsizlik felsefesi” adına gerçeklerden şüpheye düşürmektir.
“Bilgi” insana bir temel oluşturur. Bir başlangıç noktası yaratır. Bu başlangıç noktasının üzerinden çalışmalar derinleştirilir ve yeni bilgilere, yeni araştırmalar için dayanaklara ulaşılır. Her tür bilimsel araştırma, o güne kadar ulaşılmış düzey üzerinden yapılır. Bu kitap ise en temel “bilgi”yi bulanıklaştırmakta, “belirsiz”leştirmektedir.
Mesela ilk insanların av aletlerini geliştirmesi, insanın büyük hayvanları avlamasını kolaylaştırmış, insanlığın “besin skalası”nı genişletmiştir. Ve insanlar, ayak bastıkları yeni yerlerde, gelişkin av aletleri ve kolektif avlanma becerileri ile bazı büyük hayvan türlerini yoketmişlerdir. İnsanlık ayak basmadan önce dev hayvanların yaşadığı Avustralya buna bir örnektir.
Yazar da Avustralya’daki devasa hayvan türlerinin yokoluşunu tartışmaya açıyor. Seçeneklerden birisi olarak insanlar tarafından türlerinin yokedilmiş “olabileceğini” de ileri sürüyor. Ama bir sürü seçenek içinde, bu bilgiyi eritiyor ve belirsizleştiriyor.
Mesela “dilin gelişimi”ni tartışırken “bu konudaki teorilerden biri”nin beslenme ve barınma ile ilgili olduğuna kısaca değinirken, daha uzun bir bölümü “dedikodu teorisi”ne ayırıyor. Böylece “olaya çok yönlü bakıyormuş” gibi görünürken, gerçekte doğru olanı yanlışın içinde eritiyor.
Bir başka örnek, kadın-erkek ilişkilerine dair veriliyor. Önce tarih boyunca insanların tek eşli olduğunu ileri sürüyor. Oysa tarihin değişik evrelerinde çok eşlilik, kabile içinde evlenme, kabile dışında evlenme vb. değişik evlilik türlerinin ortaya çıktığı, bilimsel olarak da kanıtlanmış durumda. Yazar bu gerçeği yarım ağızla itiraf etmek zorunda kaldığında, “bazı yerlerde çok eşliliğin görüldüğü ileri sürülüyor” diyerek, sanki kanıtlanmamış bir savmış gibi davranıyor. Ardından “belki de bugün erkeklerin kadınları aldatması, ilk atalarımızdan kalan bu genlere dayanmaktadır” diye “neresini düzeltelim” diyeceğimiz bir cümleyle devam ediyor.
Birincisi, tarihteki evlilikler tek eşliliğe dayanıyorsa, çok eşlilik sadece “ileri sürülen”, yani kanıtlanmamış bir durumsa, “aldatma genleri” bir anda dayanaksızlaşıyor. İkincisi, “aldatmak”, sömürücü toplumlardaki ahlaksızlığı meşrulaştırmak isteyenler tarafında “genler”le açıklanır. Oysa insanın duyguları ve düşünceleri vardır. Onu bir hayvandan ayıran en önemli unsur budur. Aldatmak bu nedenle, genlerle değil, duygu ve düşünce dünyasındaki çarpılmalarla ilgili bir durumdur. Karşı cinsle ilişki, verilmiş bir “söz”dür aynı zamanda. Varolan ilişkiyi bitirmek ve başka bir ilişki kurmak, insani bir durumdur. Aynı anda birden fazla ilişkiyi sürdürmek ise, yalana ve kandırmaya dayalı bir ahlaksızlığa işaret eder. İnsan, değerler sistemi ile “insan”dır. Değerler sistemi ortadan kalktığında, geriye sadece hayvani dürtüler kalır.
Yazarın yaptığı, kadın-erkek ilişkileri gibi, tarihsel açıdan gelişimi son derece önemli bir konuyu bile magazinleştirerek, adeta “kahve muhabbeti”ne çevirerek kendi düzeyini ortaya koymakla sınırlı değildir. Bunun ötesinde, kadın-erkek ilişkileri gibi en temel konuları bile “belirsizlik” içinde bulanıklaştırmaktır.
“Belirsizlik”, bugün burjuvazinin kitleleri maniple etmede en yaygın kullandığı kavramlardan biridir. Çok net şeyler bile tartışmalı hale getirilerek, insan hafızası ile oynanmaktadır. Bilgi nasıl “güç” ise, belirsizlik öylesine büyük bir “güçsüzlük”tür çünkü. En temel doğrular belirsizleştirildiğinde, insanların dayanakları elinden alınmış olur.
Mesela hapishanelerde, “zaman ve mekan belirsizliği” tutsaklara hükmetmek için kullanılmaya çalışılan araçlardan biridir. Penceresi olmayan, gün ışığı bulunmayan sadece ampul ile aydınlatılan bir hücrede, kaç saat, kaç gün geçtiğini bilmemek, zamanın belirsizleşmesi, en direngen tutsakta bile, bir süre sonra boşluk duygusu oluşturur. Sebze ve meyvenin mevsimlerini karıştırmak (son dönemde çok yapılan bir şey- mesela kışın menemen, ilkbaharda üzüm vermek vb.) insanın kendi hafızasından şüphe etmesine neden olur. Domatesin kışın mı yazın mı yetiştiği konusundaki belirsizleşme, kesin olduğunu düşündüğü diğer düşüncelerinden de şüphe etmeye giden yolun ilk basamağına dönüşebilir.
Sadece içeride değil, dışarıdaki insanların da bellekleri ile oynanmaktadır. Otobüs duraklarının isimleri, semt isimleri sıkça değiştirilmektedir mesela. Bununla sadece genç ve yaşlı kuşak arasında bir kopukluk oluşturmuyor; eski isimleri bilenlerin zaman içinde “hatırladığım doğru mu acaba” şüphesini yaratıyor.
İnsanların kararlılığını belirleyen, bilgilerine olan güvendir. Bildiklerine güvensizleştikçe kararlılığı da zayıflar. Belirsizlik ortamı, kararlılığı, plan yapmayı, hedef koymayı, mücadele etmeyi sınırlayan en temel unsurlardan biridir. Karanlığın içine gömülmektir.
Egemen sınıflar, sömürü tarihi boyunca, kitleleri karanlıkta bırakarak kolayca yönetebileceklerini gördüler. Kitlelerin ezici çoğunluğunun okuma yazma bilmemesi, üretimle, vergiyle, devletin işleyişiyle ilgili unsurların karmaşık ve “anlaşılmaz” bir hale getirilmesi; kitleleri karanlıkta bırakan, bilgi ve bilincin gelişmesini engelleyen, egemen sınıfların yönetmesini kolaylaştıran unsurlardı.
Bugün okullaşma, hatta internete erişim oranının artması, burjuvazinin yönetmesini zorlaştırıyor kuşkusuz. Elbette bunlara da çözümler düşünüyorlar. İnternette bilgi kirliliğinin bilgiden daha fazla olması, eğitim düzeyinin düşmesi ve “eğitilmiş” gençlerin bile sistemli biçimde aptallaştırılması bu çözümlerden bazıları.
Sonuç olarak, burjuvazi son yıllarda “izafiyet teorisi” gibi bilimsel bir gerçekten yola çıkarak son derece bilimdışı bir noktaya varan “belirsizlik felsefesi”ne sarılmıştır. Böylece her şeyi belirsizleştiriyor, temel doğruları bile tartışmalı hale getiriyor, kitlelerin mücadele gücünü zayıflatmayı hedefliyor.
Kitap kapitalizmi ve batı dünyasını
kutsamaktadır
Kitapta geçmişe ilişkin en temel unsurlar belirsizlik içinde boğulurken, bugünün dünyasında kapitalizmi ve batı dünyasını kutsamak için gayet belirli ifadeler kullanılıyor. Herhangi bir şeyi anlatırken, durduk yere “komünizm bu sorunu çözememiştir” cümlesini kuruveriyor mesela. Ya da daha açıktan “Sovyetler Birliği bunu yapmaya çalıştı, ama başaramadı” deyip geçiyor. Neden o anda söyledi, konu ile bağlantısı neydi, bunların hiçbir önemi yok. Sovyetler Birliği, o söylenen şeyi başardı mı, başarmadı mı, belli değil! Belli olan tek şey şu: Yazar geçerken sosyalist Sovyetler Birliği’ne, komünizme çatarak, kapitalizmi kutsuyor.
Sosyalizmin tıpkı “Budizm ve Müslümanlık gibi”, “hayali unsurlar” olduğunu iddia ediveriyor mesela. Bir taraftan “hayali” derken, diğer taraftan “tutucu dini inanç” kategorisine sokuşturuveriyor. Ve onun kapitalizme alternatif, ekonomik altyapısı olan siyasi-ideolojik bir sistem olduğu gerçeğini yoksaymış oluyor.
Böylece biz de bu kitabın yazılmasındaki asıl amacı kesin olarak anlamış oluyoruz.
Her vesile ile ABD ve Avrupa’ya övgüler diziliyor kitapta. Üstelik de tarih çarpıtılarak.
Mesela ABD’nin Japonya’ya atom bombasını atmak “zorunda kaldığını” anlatıyor. Savaşı bitirmenin başka yolu kalmadığı için; Japon saldırganlığını durdurmanın tek yolu bu olduğu için vb. ABD, büyük bir çaresizlikle atom bombası atmak zorunda kalmış! Oysa Japonya’nın artık savaşı sürdürecek gücü kalmadığını; ABD’nin atom bombasını kullanarak, dünyanın üçte birine hakim olan sosyalist sisteme meydan okumak ve dünya imparatorluğu tahtına oturmak için böyle bir güç gösterisinde bulunduğunu biliyoruz.
Bir başka örnekte, Avrupalıların “bilimsel gelişmeye daha yatkın” olduğunu, ABD’lilerin de Avrupalılarla aynı toplumsal yapıyı paylaştıkları için bilimsel gelişmeyi hızla sürdürdüklerini, Türklerin ya da Çinlilerin ise “çok zeki insanlar olmasına rağmen” (yazar bu ifadeyi kullanarak ırkçı olmadığını mı kanıtlamaya çalışıyor!), Newton ya da Darwin gibi büyük bilimsel gelişmeler üretemediklerini ileri sürüyor. Benzer biçimde 1400’lerin sonlarından itibaren Batı Avrupa ülkelerinin denizlerde büyük başarılar elde etmesini, Amerika kıtasının işgalinden dünyanın etrafının gemiyle dolaşmak gibi önemli seferler düzenlenmesini de, Avrupalıların “meraklı ve keşfetmeye açık” olmalarına bağlıyor.
Oysa birincisi, tarihteki her gelişme gibi, Avrupalıların yaptığı bilimsel gelişmeler de ekonomik ihtiyaçlardan kaynaklanıyordu. Avrupalıların deniz keşiflerindeki en büyük unsur, 1453’te İstanbul’un Osmanlılar tarafından ele geçirilmesinin ardından Avrupa ile Uzak Asya arasındaki ticaret bağının kopmasıydı. Çin ve Hindistan’a alternatif bir ticaret yolu oluşturmak üzere önce Afrika’nın güneyine inerek Ümit Burnu’nu geçtiler, ardından Hindistan’a ulaşmak için batıya giderek Amerika kıtasını buldular. Deniz keşiflerindeki temel unsur “merak” duygusu olsaydı, bu gemiler çok daha öncesinde yola çıkabilirdi.
Benzer biçimde, en önemli bilim adamlarının Avrupa’dan çıktığı da büyük bir tarih çarpıtıcılığı ve yine ırkçı bir yaklaşımdır. Avrupa’nın engizisyon karanlığı içinde boğulduğu dönemde, Ortadoğu’da İran bilim odağı olmuş, çok önemli bilim insanları yetiştirmiştir. Keza Roma fetihlerle uğraşırken, Mısır’da devasa boyutlarda ve her aşaması mühendislik harikası olan piramitlerinden kimya zaferi olan mumyalama teknolojisine kadar, bilimsel gelişmede oldukça önemli ilerlemeler kaydedilmişti.
İkincisi, Akdeniz’i kendi gölü haline çeviren Roma İmparatorluğu da, Osmanlı İmparatorluğu da, deniz filolarını, bir “iç deniz”in görece daha sakin, kıyı mesafesi daha yakın koşullarına uygun olarak inşa etmişlerdi. Okyanusların aylarca sürecek yolculuklarının gıda ve ihtiyaç lojistiği yükünü taşıyabilecek düzeyde büyük, dev dalgalarla başedecek kadar güçlü gemiler yapmak, üretimin belli bir düzeye gelmesini zorunlu kılıyordu.
Üçüncüsü, “eşitsiz gelişim yasası”, tarihin farklı evrelerinde başka coğrafyalarda kurulu ülkelerin öne çıkmasını getirmiştir. Mesela “medeniyetin beşiği” Ortadoğu olmuş; tarihteki ilk devlet, ilk sömürü düzeni, ilk yerleşik tarım düzeni Ortadoğu’da kurulmuştur. Yazarın “bilimin beşiği” olarak gördüğü Avrupa’nın güneyi birkaç bin yıl sonra ancak “yarışa” dahil olmayı başardı. Bu dönemde, Avrupa’nın kuzeyi daha hala “barbar topluluklar” (ilkel komünal toplumun son evresi ile köleci toplumun ilk evresi arasındaki geçiş sürecindeki avcı-savaşçı topluluklar) olarak yaşıyordu. Çin’in barutu, matbaayı ve daha yüzlerce önemli icadı gerçekleştirdiği dönemde, Avrupa’da Ortaçağ karanlığı hüküm sürüyordu.
Herhangi bir halkı “daha ileri-daha geri”, “daha meraklı-daha statükocu” gibi tanımlarla yaftalamak, ırkçı olmaktan, geri bıraktırılmış coğrafyalarda yaşayan halkları aşağılamaktan başka bir şey değildir.
Engels’in “zor keşiflerin anasıdır”, ya da “ihtiyaç keşiflerin anasıdır” sözleri, tarihteki bilimsel ve ekonomik gelişmelere ışık tutan önemli bir sözdür. Gıda kaynaklarının yetersiz olması, insanları yerleşik tarıma sevketmiştir. İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethi, Avrupalıları yeni ticaret yolları aramaya mecbur bırakmıştır.
Diğer taraftan, ilkel komünal toplumda her yeni keşif, genel olarak on binlerce yıl her kabilenin kendi keşfi olarak kalmıştır; ancak köleci toplumdan itibaren, her bilimsel gelişme, bir öncekinden güç alarak ortaya çıkmış ve bir sonraki bilimsel gelişmeye dayanak oluşturmuştur. Yazarın pek övdüğü, Avrupa’da 1500’lerden itibaren önemli başarılar elde eden her bilim insanı, son birkaç bin yıl içinde, dünyanın başka herhangi bir yerinde yeni bir şey keşfeden başka bir bilim insanının bıraktığı yerden devam etmiştir. Atina’nın filozofları, Mısır’ın mühendis ve kimyagerleri, Ortadoğu’nun İbni Sina’ları, Darwinlere, Galilei Galileo’lara, Newtonlara ışık tutmuştur.
Aradaki tarihsel ve diyalektik ilişkiyi koparmak, sadece ve sadece burjuvazinin demagojilerine su taşımaktan başka bir amaca hizmet etmez.
* * *
Gelecek, geçmişin üzerine inşa edilir. Bu nedenle tarihi iyi bilmek, doğru dersler çıkarmak gerekir. Benzer biçimde, burjuvazinin demagojik taktiklerini doğru anlamak zorunludur. Bugün bir kitap ya da bir kavram neden öne çıkıyor, neden bu kadar çok övülüyor, bunu kimler-nasıl kullanıyor; bütün bunlara dikkatle bakmak gerekir.
Bu kitap, özellikle dinci gericiliğin inkarına paralel olarak evrim teorisi tartışmalarının yoğunlaştığı günümüzde, aydın-laik kesimlere sunulmuş bir tuzaktır. Tarih hakkında yazılmış sayısız kitabı okumaya zamanı ya da çabası olmayanlara hazırlanmış bir “hap”tır. Ve kapitalizmin kar hırsının ürettiği her hapta olduğu gibi, yan etkileri faydalarından daha fazladır. Birkaç tarihi bilgi kırıntısı öğrenmeye çalışırken, gerçeklere de güvensizleştirerek “baş dönmesi ve halsizlik” oluşturan, Avrupa ve ABD övgüleri karşısında “mide bulantısı” yaratan, sosyalizm konusundaki çarpıtmaları ve demagojileri “alerjik etki”ye dönüşen, sınıf mücadelesini “belirsizliklere” boğarak “öldürücü” sonuçları olan bir haptan ötesi değildir bu kitap.