Anayasa referandumu ve arkasından 1 Mayıs ile oldukça önemli günler yaşadık. Her ikisinde de bir yanda düzen-içi çözüm arayışları ve güç karşısında boyuneğiş; diğer yanda ise, meşru mücadele hattı ve kendine güvenle hareket etme vardı. Yani reformist-teslimiyetçi çizgi ile devrimci-mücadeleci çizgi bir kez daha karşı karşıyaydı.
Bu iki çizgi arasında salınıp duranlar da çoktu. Özellikle referandum sürecinde baskın olan reformizmdi. Devrimci kesimleri bile içine alan “hayırcı cephe” kitlelerin sandığa gitmesi ile “başkanlık-sultanlık” rejimine geçişi durduracaklarını sandılar. CHP’nin peşine takılarak, sandığa atılan oylarla AKP’nin yenilebileceği yanılsamasını geniş kitlelerin bilincine boca ettiler. Bunda başarılı da oldular. Referanduma katılım oranının yüzde 87.5 ile rekor kırması, boşuna değildir.
Fakat söylediklerinin aksine, bu yüksek katılım sandıktan “evet” çıkmasını engelleyemedi. Çünkü AKP, seçim hilelerini ona göre ayarlamış ve yasa-kural tanımadığını bir kez daha ortaya koymuştu.
Referandum öncesi düşülen yanılgılar
Bir savaşı kazanmak da kaybetmek de, öncesinde belirlenen hedeflere, yapılan planlara ve hazırlık derecesine bağlıdır. Savaş ilkin kafada kazanılır. Yani tam bir bilinç açıklığı ile doğru politikaların saptanmış olması gerekir. Ardından buna uygun bir planlama ve hazırlık olmalıdır. “Yığınakta yapılan hata”ların savaşlardaki yenilgilerde belirleyici olduğu defalarca kanıtlanmıştır.
Referandum sürecine, savaşın bu temel doğruları ile bakarsak, hatalar zincirinin referandum öncesi başladığını görürüz. Bu, burjuva muhalefet açısından olduğu kadar; bir çok devrimci hareket açısından da böyledir.
Burjuva muhalefet en başta parlamentoda doğru bir politik hat izlemediği için yenildi. O dönemde yazdığımız gibi, CHP ve HDP sözkonusu anayasa değişiklikleri meclise geldiğinde, oylamalara katılmayıp meclisi terkedebilirlerdi. Bu durum anayasa gibi temel bir konunun mecliste oylanmasını zora sokabilirdi. Oylansa bile AKP ve MHP’nin Bahçeli kanadının başbaşa kalarak geçirdiği yasaların meşruiyeti, daha o zamandan tartışmalı hale gelirdi. Ama daha önemlisi, parlamentodan itibaren ciddi bir karşı çıkış ve mücadele hattı oluştururdu.
CHP ve HDP mecliseki oylamaya katılmakla kalmadılar, anayasa değişikliği için “gizli oy” zorunlu olduğu halde, AKP’lilerin “açık oy” kullanmasını protesto edip meclisi terketmediler. Oysa sadece “meclis iç tüzüğüne uyulması” talebiyle parlamentoyu boykot edebilir ve AKP’nin hukuk-kural tanımaz pervasızlığını, o aşamada frenleyebilirlerdi.
Kaldı ki CHP bu değişikliğe “esastan” karşı çıkıyordu. Bunun bir rejim değişikliği olduğunu, Cumhuriyet’i yıkmayı hedeflediğini, buna izin vermeyeceklerini söylüyordu. Kendini “Cumhuriyet’in sahibi” gören bir parti olarak, böyle bir değişikliğe hiç bir aşamada (meclis komisyonları da dahil) katılmaması, en mantiki ve tutarlı olanıydı. Fakat CHP, kendisi için hayati olan bir konuda bile bu tutarlılığı göstermedi.
HDP’nin durumu ise zaten karışıktı. Öcalan’ın bazı kırıntılar karşılığında başkanlığa evet dediği biliniyordu. O yüzden HDP, “hayır” oyu vereceğini açıkladığı zaman bile güven vermedi.
Bizim asıl üzerinde duracağımız, kendine “devrimci”, “sosyalist” diyen kesimlerin politikalarıdır. Fakat bu kesimlerin başta HDP olmak üzere bu partilerden ne denli etkilendikleri bilinmektedir. Yıllardır “faşizmin koltuk değneği” olarak tanımlanan CHP’den bile medet umar hale gelmişlerdir. Dolayısıyla referandum taktikleri bu partilerden farklı olmamıştır. Her ne kadar “bizim ‘hayır’ımız farklı” deseler de, ne propaganda düzeyinde ne de pratikte bir farklılık görülmemiştir. Sadece referandum öncesi değil, referandum günü ve sonrasında da bu durum su yüzüne vurmuştur. Geriye “kitlelerle bağ kurma” argümanı kalır ki, yanlış politika ile kurulan bağların nasıl olacağı bellidir. Ayrıca taklitler her zaman aslını güçlendirmiştir. Devrimci yapıların reformist politikalara angaje olması, sadece ve sadece reformizme, ona bağlı olarak burjuvaziye kan taşımıştır.
Üstelik bu kulvara yeni girilmedi. 2000’li yılların başından itibaren artan bir şekilde parlamentarist hayaller yayıldı, HDP-HDK ile de zirve yaptı. Her aşamada adım adım gerileyen çizgi, anayasa referandumu gibi bir konuda en temel gerçekleri unutturdu. Sadece ML doğruları unutmakla kalmadılar, AKP ve Erdoğan’ın referandum sürecinde neler yapabileceğini; CHP gibi burjuva partilerin “düzenin bekası” için kitleyi rahatlıkla yüzüstü bırakacağını göremez hale geldiler. Kısacası hem ilkesel, hem siyasal hem de taktiksel yönden kaybettiler.
Politika ve taktikler
somut gerçekler üzerinden belirlenir
Anayasa referandumu, hazırlanışı, komisyonlarda ele alınışı, meclisten geçirilme biçimi vb. her aşaması hukuk-kural tanımazlık içinde ve tam bir dayatmayla gerçekleşti. Şantaj, tehdit, hile, kimi yerde şiddet, her yolun mübah olduğu bir keşmekeşlikle geçirildi.
Böyle bir referanduma katılmak, ona meşruiyet kazandırmaktan başka bir anlam taşımazdı.
Ayrıca anayasalar her zaman fiilen gerçekleşen duruma yasallık kazandıran metinler olmuştur. Bu sistemde kitleleri buna dahil etmenin yolu da “referandum”dur. AKP’nin yaptığı da buydu. Üstelik Erdoğan’ın kaybedeceği seçime girmediği, bunu da seçim hilelerine borçlu olduğu kimse için sır değildi.
Bütün bu gerçekler ortadayken, kitleleri sandığa çağırmak; dahası oyların güvenli bir şekilde sayılacağı, onlara mutlaka sahip çıkılacağı sözleri vermek, kendini tamamen burjuva ideolojisine kaptırmak değil de neydi?
Burjuva seçimlerinde asla böyle bir garanti verilemeyeceğini, önceki seçimlerde tüm önlemlere rağmen yapılan hileleri döne döne hatırlattık. Ama “sandık müşahitleri” veya “hayır ve ötesi” gibi oluşumlarla bu hileleri altedeceklerine öylesine emindiler ki, bu sistemde hilesiz seçim olmayacağı gerçeğinden bihaber davrandılar. Kaldı ki AKP dönemi bunun ayyuka çıktığı bir dönem olmuş, sıradan insanlar bile bu gerçeğin farkına varmıştı.
Gelinen noktada AKP’nin 16 yıldır işbaşında olduğu, devletin tüm kademelerinde kadrolaştığı, yargıyı kendine göre düzenlediği düşünülürse, sandıktan istediği sonucu çıkaracağı, aksi durumda seçime gitmeyeceği veya sabote edeceği belliydi.
Bunlardan dolayı ilkesel olarak referandum dayatmasına karşı çıkmak, taktiksel olarak da iptalini istemek gerekiyordu. Ama gözler tüm gerçeklere kapanmış ve tamamen sandığa kilitlenmişti. Ne zaman ki referandumda hileyle “evet” oyları yüksek çıktı, o zaman Stalin’in “oyu kimin attığı değil, kimin saydığı önemlidir” sözü hatırlandı! Hatta referandum sonrası en sık tekrarlanan söz bu oldu.
Sonradan hatırlanan(!) bir diğer şey ise “sokak” oldu. Oysa sandıkta kazanmak için bile önce sokakta kazanmak gerektiği, tarihsel olarak da kanıtlanmıştı. Bu bir genel doğru olmanın ötesinde, AKP için çok daha geçerliydi. Çünkü AKP bugüne dek işbaşına gelen burjuva partilerinden farklıydı. Ayrıca içinde bulunduğumuz koşullar, önceki yıllarla kıyas edilmeyecek bir olağanüstülük taşıyordu. Politika ve taktikler, işte bu somut gerçeklere dayanmalıydı.
Sonuç olarak, anayasa değişikliği daha meclisten geçmeden düzen-içi kurumlarla “hayır cephesi” kurup kitleleri sandığa çağırmak yerine, “bu dayatmayı tanımıyoruz” denseydi, en azından “referandum iptal edilsin” talebi güçlü bir şekilde yükseltilseydi ve kitleler bu doğrultuda seferber edilseydi, sonuç farklı olabilirdi. Olmasa bile, devrimcilerin haklılığı ortaya çıkar ve referandum sonrasındaki gelişmeler bugünden çok başka şekillenirdi.
Aynı şekilde referandum süreci kitlesel gösterilerle militan eylemlerle geçirilseydi, kitlelerin ruh hali farklılaşacak, sokakta kazananların sandıkta kazanması çok daha mümkün olacaktı.
Referandum sonrası
Referandum öncesi yapılan yanlışlar, referandum günü ve sonrasında da devam etti.
Referandum günü herşey “sandıklara sahip çıkmak” üzerine kurulmuştu. Bu da düzen-içi düşünüş tarzının o güne yansımasıydı. Halbuki günler öncesinden gerici güruhların, mafya bozuntularının tehditleri arş-alaya çıkmıştı. Dahası 15 Temmuz sonrası yapılanlar ortadaydı. Hem para-militer gruplar, hem de polis-asker resmi güçlerin saldırısına karşı hazırlıklı olmak gerekiyordu. Bunun da yolu, sokağa hakim olmaktan geçiyordu. Özellikle emekçi semtlerde oluşan “birlikler” bu yönde kararlar almalı, referandum günü ve sonrasında her tür saldırıya karşı organize olunmalıydı.
Yeraldığımız platformlarda ve faaliyetimizin sürdüğü bölgelerde referandum öncesi bu konuyu gündeme getirdik. Referandum günü yapılması gerekenler dışında, “evet” ya da “hayır” çıkması durumunda nasıl bir yol izlenmesi gerektiğine dair önerilerimiz oldu.
Ne var ki, kitleleri cansiperane sandığa çağıranların bu konuda bir planları olmadığını gördük. Hileyle de olsa “evet” çıkma olasılığını hiç düşünmüyorlar; “hayır” çıkması durumunda ise, kitleyi daha ileriye çekecek talep ve yöntemler üzerine kafa yormuyorlardı. Onlar için önemli olan sandıktan “hayır” çıkmasıydı, gerisi sonra düşünülürdü. Yani tam bir kendiliğindencilik hakimdi.
Oysa “hayır” kadar “evet” olasılığına karşı da hazırlıklı olmak ve her iki duruma göre politika belirlemek gerekiyordu. “Evet” çıktığında “tanımıyoruz” diyerek; “Hayır” çıktığında “hükümet istifa” sloganlarıyla, ama her iki durumda da sokağa çıkılmalı; resmi-sivil saldırıları önleyecek bir donanım içinde olunmalıydı.
Ne yazık ki, “bizim ‘hayır’ımız farklı” diyen devrimci kesimler bile, referandum sonrası için böyle bir hazırlığın içine girmediler. Hatta “kitlelerin sokağa çıkacağına inanıyor musunuz” diyerek, kitleye güvensizliklerini ifade ettiler. Mesele, kitlelerin neye ne kadar hazır olduğu değil, öncülerin kitleye hangi hedefleri göstereceği ve nelere hazırlaması gerektiğiydi.
Kaldı ki, “kitleler hazır değil” sözü, çoğu kez kendi hazırlıksızlığını örtmenin ya da mücadeleyi geriye çekmenin kılıfı olmuştu. Bugüne dek uzlaşmacı sendikacılardan, burjuva politikacılardan duyduğumuz bu ve benzeri sözleri, şimdi devrimcilerden duymak çarpıcıydı.
Bunun siyasi litaratürdeki adı “kitle kuyrukçuluğu”dur. “Kitleler hazırsa harekete geçilir, değilse beklenir” anlayışı, öncülük değil, artçılıktır. Nitekim referandum sonrası kitleler sokağa çıkarak, asıl hazır olmayanın “öncü”ler olduğunu bir kez daha gösterdi.
Referandum taktiği nasıl reformist bakışaçısıyla sistemin işleyişine uygun şekilde belirlendiyse, referandum günü ve sonrası da aynı bakışaçısıyla hareket edildi. Onun içindir ki, mühürsüz oy pusulalarına mühürler basılırken, sadece cep telefonu ile görüntüleyip, “yasadışı bir işlem yapıyorsunuz” demekle yetinen bir kaydedicilik yapıldı. Hemen müdahale edip engelleyen, sorunu başlamadan çözen bir koparıcılık olmayınca, Erdoğan’ın deyimiyle “atı alan Üsküdar’ı geçti.” Yani sandıkta da militan, mücadeleci bir ruh gerekiyordu. Her aşamadaki yanlışlar ve eksikler, bu sonucu doğurdu.
Kitleler yüzüstü bırakıldı
16 Nisan akşamı ilk sonuçlar açıklandığında “evet”lerin yüzde 60’ların üzerinde görünmesi ile, tam bir şok ve bir çöküş yaşandı. Ama sadece kitleler değil, onları sandığa çağıranlar da aynı durumdaydı. Oysa hileli sonuçlar açıklanır açıklanmaz “tanımıyoruz” diyerek, kitleleri o akşam sokağa dökmek gerekiyordu. Tepkiler zamanında ve doğru hedeflere yöneldiğinde sonuç alınabilirdi. Ama bunun için önceden hazırlıklı olmak gerekiyordu.
CHP’nin sonuçlarla ilgili ilk tepkisi saatler sonra geldi. HDP daha da gecikti. “Hayır”cı diğer kesimler de o akşam kitleyi sokağa çağırmadı. Sonuçta seçimlerde kritik olan o saatler kaçırıldı. Ardından Kılıçdaroğlu’nun “sade suya tirit” açıklaması, CHP’nin bir kez daha kitleleri yüzüstü bıraktığını ortaya koyuyordu.
Daha ilk anda “bu sonuçları tanımıyoruz” diyerek, “hayır”cı milletvekilleri YSK önüne gitseydi ve kitleye bu yönde çağrı yapsalardı, tabi ki sonuçların değişme ihtimali vardı. Ya da Kılıçdaroğlu, “sonuçları protesto ediyorum” diyerek Taksim’de oturma eylemi başlatsaydı, milyonlarca kişi o akşam Taksim’e akardı. Böyle bir çağrı olmadığı halde Taksim’in hemen trafiğe kapatılması, bu korkunun ifadesiydi.
Gelen tepkiler üzerine Kılıçdaroğlu şimdi diyor ki, “o akşam sokaklarda eli silahlı insanlar vardı, kitleyi sokağa çağırsaydım kan dökülecekti!” Laf-ı güzaf!
Bu AKP’nin kitleler üzerinde yaratmak istediği korkuya ortak olmak, onun değirmenine su taşımaktır. Sokaklarda para-militer gerici güçler terör estiriyorsa, onların üzerine gitmek gerekir. Bu faşist-gerici çetelerin varlığını kabullenip korkup sinilecekse, hiçbir zaman farklı bir ses çıkarılamaz.
Aynı Kılıçdaroğlu, referandumdan bir gün önce 15 Nisan akşamı bir televizyon kanalında “hayır” çıkacağından emin bir şekilde “tüm teşkilatlarımıza bir genelge gönderdik, ‘hayır’ çıktığında gösteri yapılmayacak” diyebiliyordu. Yani AKP’lileri kızdırmamak adına “hayır” çıkması durumunda sevinç gösterilerini yasaklarken; “evet” çıktığında tepkilerin sokağa dökülmesini engelliyordu.
Her halükarda kitleler bastırılıyor, “hukuk mücadelesi” adı altında sistem içinde tutuluyor ve böylece tepkiler eritiliyordu. CHP’nin bu bastırma girişimine rağmen kitleler sokağa çıktı. Ancak eylemler, en fazla bir hafta içinde sönümlendi. Seçimlere yönelik itirazlar kabul edilene kadar eylemleri sürdürmek, YSK önlerine çadır kurup oturmak gerekiyordu. Hiç değilse eylemleri 1 Mayıs’a kadar uzatıp, 1 Mayıs’la güçlendirmek ve oradan alınan hızla yeniden alevlendirmek mümkündü. Fakat başından itibaren reformist hayallere kapılıp CHP-HDP yörüngesinde hareket edildiği için, sonrasında onlardan bağımsız bir çizgi izlenemedi.
Yukarıda belirttiğimiz gibi bu durum referanduma özgü de değildi. Yıllardır parlamentoya bağlanan umutların geldiği son noktaydı. HDK-HDP ile birlikte hızla eriyen temel devrimci değerler, giderek artan oranda düzen-içi çözümlere ve burjuva düşünüş tarzına evrilmişti.
2017 1 Mayısı’nda DİSK, KESK, TTB ve TMMOB’tan oluşan “dörtlü”nün bu yıl Taksim’i hiç dile getirmeden Bakırköy’e razı olması, gelinen noktanın görülmesi bakımından öğreticidir. DİSK Başkanı Kani Beko’nun İçişleri Bakanı ile görüştükten sonra “güvenlik herşeyden önce gelir” demesiyle, Kılıçdaroğlu’nun “kan akmasın diye kitleleri sokağa çağırmadım” sözleri tam bir uygunluk içindedir.
Bunlar sözümona işçi sendikaları, kitle örgütleri ve partileridir. Ama hareket noktaları, işçi ve emekçiler, kitleler değil, devletin alacağı tutumdur. İşçi ve emekçilerin çıkarlarından önce, düzenin bozulmaması gelmektedir.
Sonuç yerine
Bu kadar teslimiyetçi politikalarla bırakalım düzeni değiştirmeyi, düzen-içi değişiklikler bile yapılamaz. AKP gibi gerici-faşist ve kitle desteğini büyük oranda kaybetmiş bir partiyle başedilemez. Hiçbir yasa-kural tanımayan bir partiyle, sadece “hukuk” içinde kalarak mücadele edilemez.
Daha referandumun üzerinden 15 gün geçmeden, 2019’daki seçimleri konuşmak, aday belirleme yarışına girmek ne demektir? Mesele sadece Baykal’ın kişisel çıkışından ibaret değildir. CHP yönetimi büyük oranda bu sonucu kabul etmiştir. Kendi içlerindeki muhalif sesleri bastırmaya çalışmaları da bu yüzdendir.
Ama görülmektedir ki, referandum sonrası sular durulmayacaktır. Hem CHP, hem de AKP’de iç karışıklıklar sürecek, yeni partiler ortaya çıkacaktır. Çünkü bu referandum, kitleler nezdinde meşru değildir ve kitlelerin sadece AKP’ye değil, CHP’ye de tepkisi artmaktadır.
“Referandum iptal edilsin” talebi, bugünün de sloganı olmaya devam etmektedir. Öncesinde yapılmayanlar, hiç değilse bundan sonra yapılmalı; “referandum sonuçları tanımıyoruz”da ısrar edilmelidir. Hiçbir şey geçmiş değildir. 2019’a kadar bu köprünün altından çok sular akacaktır.
HDP, 1 Kasım seçimlerinden sonra “2019’a hazırlanacağız” demişti. O zaman da bu açıklamayı yanlış bulduğumuz belirtmiştik. Bu kendini tamamen düzenin kurallarına, seçim takvimine göre ayarlamaktı. Ne kitle hareketi, sınıf mücadelesi vardı, ne de emperyalist savaş ve burjuva klikler arası çekişme… Nitekim geçen sürede HDP eşbaşkanları dahil birçok milletvekilinin dokunulmazlıkları kaldırıldı, birçoğu hapse atıldı, belediyelere kayyum atandı, Kürt kentleri yerle bir edildi… Değil 2019, 2017’ye kadar neler değişti ve daha neler değişecek…
HDP ya da CHP gibi partilerin arabasına binilerek politika yapılmaz! Yapılanın adı da asla devrimci politika olmaz!
Referandumdan 1 Mayıs’a son yaşananlar, faşizme karşı en tutarlı mücadelenin komünistler ve gerçek devrimciler tarafından verileceğini bir kez daha gösterdi. Kitleler kendi deneyimleriyle eğitiliyor, reformizme bel bağlamamak gerektiğini görüyor. “Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır” şiarı, bu deneyimler üzerinden oluşmuştur.
Şimdi bu bilinç ve kararlılıkla sokağa çıkma zamanıdır!