Geçen sayımızda 24 Haziran seçimlerinin ardından resmen yürürlüğe giren “yeni sistem”in nasıl bir şey olduğu-olacağı üzerine ortaya atılan tezlere değinmiştik. “Saray rejimi”, “ikinci Cumhuriyet”, “Erdoğanizm” gibi tanımların, Erdoğan’a ve “yeni sistem”e gereğinden fazla anlamlar yüklediği; bir “sistem” olup olmadığı bile tartışmalı, geleceği belirsiz bir dönem için, erken ve abartılı tahliller olduğunu belirtmiştik. Fakat bu tanımların asıl sıkıntısı, sınıfsal-siyasal analizden yoksun olmasıydı. Ayrıca bu durum, sanki Türkiye’ye özgü ve Erdoğan’ın kişisel özelliklerinden kaynaklanıyormuş gibi ele alınıyordu.
Oysa -yaygın kullanımıyla- “tek adam rejimi” şeklinde ifade edilen yeni durum, ne Türkiye’ye has bir gelişmedir; ne de liderlerin kişisel özellikleriyle açıklanabilir. Daha önemlisi, yaşanan durumun gerçek niteliğini gizlemeye hizmet etmektedir.
Dönemin öne çıkan yönünü vurgulamak veya kitlelere daha somut, çarpıcı biçimde anlatabilmek, yani ajitasyon diliyle ifade etmek bakımından, “tek adam rejimi” demekte bir mahsur olmayabilir. Ancak bu, faşizm olgusunu atlayarak, emperyalizmle ve emperyalist savaşla bağını es geçerek yapılamaz. Yanlış ve tehlikeli olan budur. Ne var ki, “tek adam rejimi” veya yukarıda sıraladığımız tanımlar (“Erdoğanizm” “ikinci Cumhuriyet”, “Saray rejimi” vb.) çoğu kez faşizmi ve onun dayanaklarını gözlerden saklamak için üretilmektedir.
Bu yeni bir durum da değildir. Geçmişten bu yana burjuva ideologların ve onların yörüngesindeki reformist-revizyonist kesimlerin en iyi yaptıkları şey, yaşananları olabildiğince karmaşık-muğlak hale getirerek sınıfsal özünü karartmaktır. Elbette bunu laf olsun diye, salt beyin jimnastiği için yapmazlar. Sınıfsal-siyasal duruşlarının doğal sonucudur bu. Bir başka ifadeyle, hizmet ettikleri sınıfın-kesimin işine yarayacak bir ideolojik üretimdir.
Böylece gerçeklerin üstü laf cambazlığı ile kapatılıp kitleler bir süre daha aldatılır. Sonrasında yaşananlar her şeyi ayan-beyan ortaya serse bile, olan olmuştur. AKP’nin bugünlere gelişinde, her aşamada onu olduğundan farklı gösteren liberal-reformist kesimlerin payı gözardı edilebilir mi?
Şimdi de “yeni sistem” dedikleri döneme dair yaptıkları değerlendirmelerle misyonlarını oynamaya devam ediyorlar. Onlara karşı ne yazık ki, çok yönlü bir mücadele verilemiyor. Her şeye rağmen devrimci bir duruş içinde olanlar, -bugün için etkisi zayıf da olsa- önemli bir görevi yerine getiriyor. Liberal-reformist “teoriler”in ipliğini pazara çıkarmak, kitlelerin yanlış yönlendirilmesine izin vermemek, bu konudaki çabaları ısrarla sürdürmekten geçiyor. Bizim de yaptığımız ve yapmaya çalıştığımız budur.
Yazımızın ikinci bölümüne geçmeden, bütünlüğünü kavrayabilmek bakımından önceki ve sonraki bölümlerine kısaca değinelim.
Hatırlanacağı gibi, geçen sayıda yayınladığımız birinci bölümde “Türkiye’de yeni sistem” başlığı altında, 24 Haziran seçimlerinden sonra arka arkaya çıkarılan yasalarla nasıl bir değişikliğe gidildiğini ortaya koymuştuk. Ne “başkanlık” ne de “yarı-başkanlık” sistemine benzemeyen bu “yeni sistem”le nasıl ve ne kadar yürüneceğinin bilinmediği bir döneme girildiğini; bu duruma “parlamenter sistem”i yücelterek karşı çıkmanın yanlışlığını belirttik. “Burjuva demokrasisi”nin de gerçekte işçi ve emekçiler üzerinde bir diktatörlük olduğunu bir kez daha vurguladık.
Bu sayıda ise -ikinci bölüm- egemen sınıfların “olağanüstü yönetim biçimleri” başlığı altında Sezarizmden Bonapartizme yaşanan diktatörlükler ve bunlar arasındaki farklar üzerinde duruyoruz. Özellikle günümüzde sıkça kullanılan Bonapartizm kavramının hangi koşullarda ortaya çıktığını ve her dönem için geçerli olup olmayacağını ele alıyoruz. Bu konuda temel kaynağımız, Fransa’da 1848-1952 yıllarında yaşanan büyük değişimleri konu alan Marks’ın “Louis Bonapart ve 18. Brumaire” adlı eseridir.
Üçüncü bölümde; “faşizmin ortaya çıkışı ve ona karşı mücadele” başlığı altında, 1917 Ekim Devrimi ile başlayan “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı”nda nelerin değiştiğini ortaya koyup, burjuvazinin bu dönemde “olağanüstü yönetim biçimi” olarak faşizmi öne çıkarışının nedenleri üzerinde duracağız. Burada da referansımız, Komüntern’in faşizm tahlili ve ona karşı yürütülen mücadele olacak.
Ve son olarak, günümüzün dünyasını, bunun içinde Türkiye’nin durumunu ele alacağız. 21. yüzyıla yeni bir paylaşım savaşı ile giren burjuvazinin, artık “olağan” hale getirdiği yönetim biçimlerini irdeleyecek, bunun olası sonuçlarını öngörmeye çalışacağız. Bu gidişi nasıl durdurabileceğimiz, mücadele yol ve yöntemlerinin neler olması gerektiği gibi sorulara da tarihsel deneyimler ışığında yanıt arayacağız.
II- “OLAĞANÜSTÜ DÖNEM”LERDE
YÖNETİM BİÇİMLERİ
Türkiye resmi olarak son iki yıldır “olağanüstü hal”(OHAL) ile yönetiliyor. Son seçimlerden sonra sözde OHAL kaldırıldı; ama “yeni sistem”e geçilerek, aslında süreklileştirilmiş oldu.
Yukarıda belirttiğimiz gibi “olağanüstü yönetim” biçimleri, sadece Türkiye’ye özgü değil. Elbette Türkiye gibi “ucube” bir şekilde olmasa da, ABD’den Avrupa ülkelerine, -geçmişin “demokrasi beşiği” olarak gösterilen ülkelerde- “olağanüstü yönetim”lere geçildiğini görüyoruz. Görünürde yönetim şeklini değiştirmeyen ülkelerde bile, daha fazla baskıcı, otoriter yönetimler işbaşına geliyor. Savaşın ve krizin hüküm sürdüğü koşullarda bu gidişata şaşmamak da gerekiyor.
Çünkü egemen sınıflar, şu ya da bu biçimde kriz yaşadığı hemen her dönemlerde “olağanüstü yönetim” biçimlerine başvurmuştur. Bu bir tercih değil, zorunluluktur. Sistemin varolan yönetim biçimleriyle yürümediği koşullarda, “olağanüstü yönetim biçimleri” devreye girer. Ekonomik, siyasi, askeri vb. bunalımlarını aşabilmeleri için başka çareleri kalmaz. Bu esasında Lenin’in “devrimci durum” olarak tarif ettiği koşullardır. Yani “üsttekilerin eskisi gibi yönetemediği, alttakilerin ise eskisi gibi yönetilmek istemediği” durumdur. En azından “üsttekilerin eskisi gibi yönetemediği”nin kesinleşmesidir.
Bu durumda varolan biçimiyle devleti yönetemez hale gelirler. Geriye tek çare olarak, “olağanüstü rejim” denilen yönetim biçimleri kalır. Cumhuriyet’lerin yerini diktatörlükler alır. Yönetim, daha fazla merkezileşir, meclisler kapatılır veya yetkileri sınırlanır; “tek adam”lar öne çıkar. Hatta bunlar çoğu zaman kitleler tarafından “kurtarıcı” olarak görülür. Zaten bir biçimde kitle desteği alamadan iktidara gelmeleri ve yönetebilmeleri de mümkün değildir.
Yaşanan durumun nedenlerini, sistemin kendisinden kaynaklanan yönünü göremeyen kitleler, suçu yönetim tarzında ve onun başındakilerde arar. Onlar değiştiğinde, her şeyin düzeleceğini sanırlar. Bu iddia ile ortaya çıkana da, “denize düşenin yılana sarılması” gibi sarılırlar. Egemenlerin ideolojik aygıtları zaten sürekli bunu propaganda ederek kitlelerin bilincini yönlendirir.
Oysa her “olağanüstü rejim” halk üzerinde daha fazla baskı ve sömürü demektir. Genellikle savaşlar bu dönemde ortaya çıkar. Savaş ise, halkın kanını, canını, malını kaybetmesi demektir.
Sistemin yaşadığı kriz, ancak bu şekilde atlatılabilir. Bir yandan dış ülkelere karşı savaşlarla elde edilen yağma, diğer yandan içte artan sömürü; onu hem ekonomik hem siyasi olarak -en azından bir süreliğine- rahatlatacaktır. Kitleler “dış düşman”a karşı birleşecek, artan baskı ve sömürüye katlanacaktır.
Elbette bunun bir sınırı vardır. Hem savaşlarda her zaman galip gelinmez, hem de halkın sabrı bir yerde tükenir. Hiç bir yönetim, kitleler üzerindeki hakimiyetini sadece yalan ve demagojiyle sürdüremez. Otorite, güç kullanmadan iktidarını koruyamaz. Kitleler üzerinde büyük bir terör estirilir. İşkence ve zulüm artar, zindanlar tıka basa dolar.
Başlangıçta “kurtarıcı” olarak iktidara taşınanlar, “zalim” ve “katil” yüzleri daha fazla ortaya çıktıkça, kitlelerin güvenini kaybederler. Ancak bu diktatörler, iktidarlarını gönül rızasıyla bırakmaz. Bir başka ifade ile “olağanüstü rejim”ler kendiliğinden son bulmaz.
Ya kitlelerin ayaklanması, ya egemen sınıflar arasındaki çatışma, ya da dış ülkelerden bir müdahale olmadan yıkılmazlar. Çoğu kez bu faktörlerin hepsi birbirini tetikler ve birarada gerçekleşir. Ama aslolan, kitlelerin tepkisini eylemli bir şekilde ortaya koymasıdır. Bunun bir devrimle sonuçlanması da mümkündür; bir takım reformlarla sistemin farklı biçimlerde sürmesi de…
Bunu belirleyecek olan, kitlelerin bilinç ve örgütlülük düzeyidir. Çünkü bilindiği gibi, her “devrimci durum” devrime yol açmaz. Sadece devrimin objektif koşullarını yaratır. Subjektif unsur, yani ezilen-sömürülen kesimlerin örgütlülük ve bilinç düzeyi yeterli değilse, egemen sınıflar bu durumdan kurtulmanın yolunu mutlaka bulacaktır.
Roma ve Sezar’ın egemenler üzerindeki etkisi
Dünya üzerinde yayılmacılığı, kurduğu hakimiyeti ve yönetim biçimleriyle tarihte en öne çıkan devlet Roma İmparatorluğu; onun en ünlü lideri ise Sezar’dır. Köleci toplumun bu en büyük devletinde yaşananlar, sonraki sınıflı toplumlara da sirayet etmiş, egemenlere yol göstermiştir. Kullandıkları yöntemlerden ritüellere, hatta kıyafetlere kadar onlara öykünüldüğü görülür. Örneğin Napolyon’un kendisini “imparator” ilan ettikten sonra kullandığı kırmızı pelerin bile Sezar’ınkiyle aynıdır.
Bu durum, hemen her diktatörün Sezar’a benzetilmesine, her “olağanüstü rejim”in de “Sezarizm” olarak adlandırılmasına yol açacaktır. Kapitalizmin geliştiği 1800’lerin Fransa’sında bile Bonapart dönemine “Sezarizm” denilmektedir mesela. Ta ki, Marks yaşanan süreçler arasındaki temel farkları ortaya koyup buna karşı çıkana dek…
Marks, “Louis Bonapart’ın 18. Brumaire” adlı eserinde, Fransa’da 1848 Devrimi sonrası yaşananları tahlil eder ve “Bonapartizm” kavramını literatüre sokar. Marks, Bonapart dönemine “Sezarizm” denilmesinin yanlışlığını, kitabın “önsöz”ünde şöyle anlatmaktadır:
“Bu kitabın bugün özellikle Almanya’da sık kullanılan Sezarizm sözünü çürütmeye yardım edeceğini umuyorum. Bu yüzeysel tarih analojisinde ana sorun unutuluyor: Roma’da sınıf kavgası sadece imtiyazlı bir azınlığın içindeki, özgür zengin vatandaşlarla özgür yoksul vatandaşlar arasında geçiyordu. Buna karşılık halkın büyük üretici kütlesi olan esirler, her iki tarafa da basamaklık ediyorlardı. Sismondi’nin şu ünlü sözü unutulur: ‘Romalı proletarya, toplumun sırtından geçiniyordu; oysa modern toplum, proletaryanın sırtından geçiniyor.’ Eski ve yeni çağlarda görülen sınıf çatışmasının maddi ve iktisadi koşulları arasında tam bir ayrılık olduğundan, bunlardan doğan politik davranışların benzerliği Canterbury Başpiskoposu ile büyük Rahip Samuel’in benzerliğinden fazla değildir.” (Louis Bonapart’ın 18. Brumaire’i, Yorum Y. sf:24)
Marks, Sezar’ın yaşadığı Roma dönemiyle, yani köleciliğin hakim olduğu toplumsal sistemle Bonapart’ın yaşadığı 19. yüzyılın, yani kapitalist dönemin koşullarının aynı olmadığını ortaya koymakla kalmamış; burjuvazinin aristokrasi ile mücadele ettiği bir dönemde ortaya çıkan Napolyon Bonapart ile ondan 52 yıl sonra; artık burjuvazi ile proletaryanın sınıf savaşının başladığı bir dönemde iktidara gelen, Napolyon’un yeğeni Louis Bonapart arasındaki farka dikkat çekmiştir. Napolyon Bonapart, burjuvazi adına aristokrasiye karşı savaşırken; Louis Bonapart, -aristokrasi artık yok olduğu için- burjuvazi adına proletaryaya karşı savaşmıştır. Her ikisinin ortak yönü; devrimlerin (birincisi 1789, ikincisi 1848 devrimleri sonrasında iktidara gelerek) işçi-emekçi lehine kazanımları yok etmek ve burjuvazinin önünü düzlemektir.
Gerçekte Sezar’a öykünen Napolyon Bonapart’tır. Ancak ne Napolyon ne de Louis Bonapart’ın dönemine “Sezarizm” demek doğru olur. Diğer yandan -yaygın kanının aksine- Marks, “Bonapartizm” tanımını, ünlü Napolyon Bonapart dönemi için değil, Louis Bonapart dönemi için yapmıştır.
Bu dönemler arasındaki önemli farklar bilinmeden, tanımlamanın nedenleri de anlaşılamaz. Onun için Sezar ve Napolyon dönemine ve Fransa’nın iki Bonapart iktidarı arasında yaşadığı alt-üst oluşlara kısaca gözatmak gerekmektedir.
Sezar’dan Napolyon’a…
Julius Sezar, Roma’nın başına geçmeden önce, “Galya Fatihi” olarak ünlenmiş bir komutandır. Köleci Roma Cumhuriyeti’nin bunalım yaşadığı bir dönemde, askerleriyle birlikte başkente girer; ordunun ve pleblerin (köleler ve köle sahibi olmayan Roma vatandaşları) desteğiyle iktidarı ele geçirir. Başlangıçta kendini “konsül” seçtirir. Fakat konsüllük süresi bittiği zaman da iktidarı bırakmaz. Kendisinden yetkilerini devretmesini isteyenlere, sonradan ünlenecek olan şu sözü söyleyecektir: “Cumhuriyeti kurtarmak için bir diktatöre ihtiyaç var!”
Sezar’ın diktatörlüğü ve Roma’nın cumhuriyetten imparatorluğa dönüşmesi, bundan sonra gerçekleşir. Fakat “imparator” sıfatı, ölümünden sonra ona atfedilir. Esasında ilk resmi Roma imparatoru, Sezar’ın hem yeğeni, hem de evlatlığı olan Octavius’tur. Kendisini “Sezar Augustus” (ulu, kutsal Sezar) ilan eden Octavius, bu unvanın yayılmasını sağlar. Ve Sezar ismi, imparatorlarla özdeşleşen bir unvana dönüşür. Hatta Almanya’da Kayzer, Rusya’da Çar sıfatlarının Sezar’dan türetildiği söylenir.
Louis Bonapart’ın Sezar’a benzetilmesi ve Sezarizm olarak tanımlanmasında, Julius Sezar’la yeğeni Octavius’un akrabalık bağı gibi, onun da Napolyon Bonapart’la akrabalığı, aynı soyadı taşıyor olmasının etkisi büyüktür.
Oysa Fransa’nın ilk Bonapart’ı Napolyon Bonapart’ın iktidara gelişi, Sezar’ınkine daha çok benzemektedir. O da Sezar gibi bir komutandır, İtalya ve Prusya’da elde ettiği askeri başarılar ile halkın beğenisini toplamıştır. Yine Sezar’ın yaptığı gibi, ülkesinin bunalımda olduğu bir dönemde başkente gelir, ordunun gücüyle iktidarı ele geçirir ve kendini diktatör ilan eder. Tarih 9 Kasım 1799’dur. 1789 devriminden sonra ilan edilen takvime göre, yedinci yılın 18. Brumaire’dir. (Marks’ın kitabının başlığı buradan gelmektedir. Brumaire, Fransızcada sonbaharı çağrıştıran “sis”, “duman” anlamına gelmekte ve 22 Ekim-20 Kasım arasını kapsamaktadır.)
Keza Sezar’ın pleblere dayanması gibi, Napolyon da halktan, ama özellikle köylülerden destek almıştır. Fransız Devrimi’ne katılmamış, ama devrimle birlikte toprağa bağlılıktan kopmuş olan köylüler, Napolyon’un ordusunu oluşturur ve onu iktidara taşırlar. Napolyon, bu desteği vurgulamak için, kendisini Fransa’nın değil “Fransızların imparatoru” olarak tanımlamış, “asil olmayan yurtdaşların sevgilisi” şeklinde takdim etmiştir.
Napolyon’un iktidara gelişi, gerçekte Fransız Devrimi’nin sonudur. Daha doğru ifadeyle, devrimin sınıf olarak burjuvazinin lehine sonuçlanmasıdır. Çünkü Napolyon, burjuvazinin çıkarları için aristokrasi ile savaştığı gibi; devrimle birlikte emekçi kesimlerin elde ettiği kazanımları da yok etmiştir.
Fransız Devrimi’ni diğer burjuva devrimlerinden ayıran en önemli unsur, işçi-emekçi kesimlerin ve onların temsilcilerinin etkinliği ile burjuvazinin inisiyatifi kuramaması ve İngiltere’deki gibi “anlaşmalı” biçimde iktidarı ele geçirememesidir. Bu yaklaşık 10 yılı bulan kaotik bir ortam yaratır. Devrime burjuva karakterini veren temeller, ancak Napolyon döneminde atılacaktır. Merkezi idari yapı, Merkez Bankası, yüksek mahkemeler, medeni ve ceza kanunu bu dönemde gerçekleşir.
Hatta Napolyon, bu değişimi fetihler yoluyla tüm Avrupa’ya yaymak ister. Fakat bu onun sonunu da getirir. Aristokrasi, adeta Fransız Devrimi’nden intikamını Napolyon’dan alır. Önce eşi ile birlikte Elbe Adası’na sürülür. İkinci kez iktidara gelişi ise, 1815’teki Waterloo yenilgisiyle kısa sürede bitecektir.
Napolyon sonrası -galip devletlerin de desteğiyle- aristokratlar yeniden krallığı getirirler. Bu durum, 1830 Temmuz Devrimi’ne kadar sürer. “Temmuz monarşisi” olarak geçen bu dönemde, Napolyon’un attığı adımlar pekiştirilir. Bunun sonucunda sınıfsal çelişkiler daha fazla keskinleşecek ve 1848 Devrimi’nin taşları döşenecektir.
Louis Bonapart’ın iktidara gelişi 1848 devrimi sonrasıdır. Marks’ın adına “Bonapartizm” dediği bu dönem, kendine özgü yönleriyle Fransa’nın tarihinde önemli bir yer tutar. Ne var ki, bu tanım, Fransa ile sınırlı kalmayacak, kapitalist sistemin her olağanüstü döneminde yinelenecektir. Marks’a kadar “olağanüstü yönetim biçimleri”nin Sezarizm ile damgalanması gibi, 1930’lara kadar da Bonapartizm şeklinde tanımlanır. Ta ki, Komüntern, yeni biçimin adının “faşizm” olduğunu ilan edene dek…
1848 Devrimi ile değişen koşullar
Devrimler ülkesi Fransa, 1848 Şubat ve Haziran aylarında iki ayrı devrim daha yaşar. Bu devrimlerin öncekilerden farkı; çatışmanın burjuvazi ile aristokrasi arasında değil, burjuvazi ile proletarya arasında geçmesidir.
1848 Şubat’ında, iktidardan yeterince yararlanamayan sanayi burjuvazisi, küçük-burjuvalar ve proletarya hep birlikte “Temmuz monarşi”ne karşı ayaklanır. Ama her sınıfın hedefleri farklıdır. Proletarya “sosyal cumhuriyet”, küçük-burjuvazi “demokratik cumhuriyet”, burjuvazi ise “parlamenter cumhuriyet” istemektedir. Fakat hiçbiri, devrim süresince tam bir üstünlük kuramaz. Sonuçta “kurucu meclis” ve “geçici hükümet”te anlaşırlar ve her sınıf burada “geçici” olarak yerini alır.
Esasında “geçici hükümet” burjuvazinin hakimiyeti ele geçirmek için kullandığı bir kaldıraçtır. Marks, ordu, mahkemeler ve yönetimin birkaç istisna dışında eski sahiplerinin elinde kaldığı ve “Temmuz monarşisi”nin büyük suçlularından hesap sorulmadığını belirterek “geçici hükümet”i eleştirmektedir.
Keza “kurucu meclis”in görevi de işçi ve emekçilerin devrimci ateşini söndürmek, devrimin kazanımlarını törpülemektir.
Burjuvazi çeşitli oyunlarla iktidarı tümden ele geçirme savaşı verirken; işçi sınıfını temsilen katılanlar, işsizliği önlemek için “Çalışma Atölyeleri”nin kurulması için çalışmaktadır. “Geçici Hükümet”e kabul ettirdikleri bu sınırlı kazanım da, kısa sürede geri alınacaktır.
Bunun üzerine Haziran ayında işçi sınıfı yeniden ayaklanır. Fakat proletarya, iktidarı ele geçirecek düzeyde örgütlü değildir, dahası toplumun diğer kesimlerini arkasına alamaz. O yüzden yenilgisi kaçınılmaz olur, ama bu ayaklanma, burjuvazinin aristokrasiye karşı mücadelesinde elini güçlendirir. Eski sistemden tüm kalıntılarıyla birlikte kurtulma olanağına kavuşur.
Şimdilerde çokça övülen “parlamenter rejim” 1848 devriminin bir sonucudur. Kapitalizmde kapsamlı reformların dahi, devrim için mücadelenin yan ürünü olarak ortaya çıktığını gösteren, somut bir örnektir bu aynı zamanda. Genel oy başta olmak üzere birçok hakkın elde edilmesi, işçi sınıfının mücadelesiyle 1848 devriminden sonra gerçekleşmiştir.
Bir yönetim biçimi olarak parlamenter cumhuriyet, önceki biçimlere göre kuşkusuz ileri bir adımdır. Burjuvazinin bugüne dek uyguladığı en gelişkin yönetim biçimidir. Ancak “parlamenter cumhuriyet”in de halk üzerinde bir diktatörlük olduğu gerçeği kısa zaman sonra görülecektir.
1848 Devrimi ile iktidarı tamamen ele geçiren burjuvazi, proletaryanın yeniden ayaklanmasından korkmakta, onun öncülüğünde gerçekleşecek bir devrimi önlemek için her tür tedbiri almaktadır. İşçi sınıfının en temel demokratik talepleri bile “sosyalist” görünerek bastırılır. Marks’ın Komünist Manifesto’da sözünü ettiği “komünizm heyulası” sarmıştır Avrupa’yı ve en çok da Fransız burjuvazisini…
Diğer yandan iktidar sanayi burjuvazisinin eline geçince, mali aristokrasi ve ticaret burjuvazisi ile büyük bir gerilim başlar. İktidarın dışında kalan bu kesimler, parlamentonun feshedilip “kuvvetli bir hükümet” kurulmasını isterler. Bu koşullar altında 1848 Fransız Anayasası, cumhurbaşkanına öyle yetkiler verir ki, onu meclisin üstünde bir güç odağı haline getirir. Marks’ın ifadesiyle, “cumhurbaşkanı meclis karşısında bir çeşit tanrısal güce sahip” olmuştur. Nitekim 1848’de cumhurbaşkanı seçilen Louis Bonapart, 2 Aralık 1951’de askeri bir darbe ile meclisi dağıtacak ve tüm gücü kendi elinde toplayacaktır. Bir yıl sonra da kendisini “imparator” ilan edecektir.
Bonapartizmin ortaya çıkışı
Louis Bonapart, seçimle işbaşına gelen Fransa’nın ilk cumhurbaşkanıdır. Onun da amcası gibi, kitle desteğini köylüler oluşturur. 1848 Devrimi’nin en önemli eksikliği, köylüleri içine çekememesidir. Devrimden sonra yapılan ilk seçimlerde köylüler Louis Bonapart’a oy verirler. Yüzde 74.5 gibi bir oy üstünlüğü ile seçimleri kazanır. (Ki o tarihte Fransa’nın nüfusu 36 milyon civarındadır, bunun yarısından fazlası köylüdür. Marks’ın verdiği rakama göre, 16 milyonu da yoksul köylüdür.) Genel olarak köylüler muhafazakardır ve Napolyon döneminin imparatorluk günlerini özlemektedir. Yeğen Bonapart’ı da onun mirasçısı olarak gördüklerinden desteklerler.
Köylülük, L. Bonapart’ın kitle tabanını oluştururken, mali aristokrasi ve büyük ticaret burjuvazisi de sınıfsal dayanağı olur. Ayrıca Avrupa’nın diğer ülkelerinin egemenleri, Bonapart’ı desteklemektedir.
Devrimci barutunu yitiren burjuvazi, işçi ve emekçileri baskı altında tutabilmek için, kendi yasalarını çiğnemekten, kendi kurumlarını feda etmekten kaçınmaz. Önce Paris’te “sıkıyönetim” ilan edilir. Sonra görev süresi dolan L. Bonapart’ın süresi uzatılır. Marks bu durumu, “meclis, bir generalin özel koruyuculuğu altına girerek, kendi güçsüzlüğünü ve ordunun sonsuz gücünü karar altına aldı, kendisini güçten yoksun bıraktı” şeklinde değerlendirecektir.
1. Bonapart, bir yandan lümpen kesimleri topladığı “10 Aralık Derneği” gibi özel örgütlenmesi, diğer yandan ordunun desteğiyle tam 18 yıl sürecek diktatörlüğünü ilan edecektir. Parlamentoyu dağıtır fakat genel oyu kaldırmaz, onu iktidarını sağlamlaştırma yönünde kullanır. Kendisini, bir referandumla III. Napolyon olarak “imparator” ilan eder.
Marks, çok bilinen ünlü sözünü L. Bonapart için söylemiştir: “Hegel, bütün büyük tarihsel olay ve kişilerin iki kez ortaya çıktığını söylemiştir bir yerde. Fakat şunu eklemeyi unutmuştur: İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…”
“Trajedi” olarak Napolyon dönemini, “komedi” olarak ise Louis Bonapart dönemini tanımlamaktadır. L. Bonapart’ı, Napolyon’un “kötü bir kopyası”, “bir karikatürü” olarak değerlendirir. Ama onun asıl amacı, “Fransa’da sınıf kavgasının hangi durumda ve koşullarda, yeteneksiz ve acayip bir şahsiyetin kahraman gibi görünmesine olanak sağladığı”nı anlatmaktır. Günümüzde de “yeteneksiz ve acayip” birçok şahsiyetin nasıl “kahraman” haline getirildiği düşünülürse; bunun yaşanan koşullarla ve bu koşulların yarattığı yönetim tarzlarıyla ne kadar bağlantılı olduğu görülecektir.
Louis Bonapart, toplumun tüm kesimlerinin taleplerini karşılayacak bir “kurtarıcı” olarak iktidara gelmiştir. İşçilerle burjuvazi arasında dengeyi sağlayacak bir “hakem”dir. İşçi-patron örgütlerini biraraya getiren “hakem kurulları”nın kurucusudur aynı zamanda. Ve tabi ki, yayılmacı dış politika ile ülkesini savaşa sürükleyen bir diktatördür.
Onun sonunu da -tıpkı amcası gibi- bu dış politika getirir. 1870’de Sedan’da Prusya’ya yenilip onursuzca teslim olur. Bu teslimiyeti kabul etmeyen Paris proletaryası ayaklanacak ve dünyanın ilk proleter iktidarı olan Paris Komünü bunu izleyen süreçte kurulacaktır.
1. Bonapart döneminin özgünlüğü, egemen sınıfların iç çelişkilerinin keskinleştiği, iktidar kavgasıyla birbirlerine düştüğü, bu arada işçi ve emekçilerin mücadelesini bastırmakta zorlandıkları bir dönemde, görünüşte “sınıflarüstü” bir iktidar ile “denge” kurulmasına razı gelmeleridir.
Bonapartizm, devlet bürokrasisinin siyasal iktidarı olarak şekillenir. Görünüşte asker-sivil bürokrasi, egemen sınıflardan bağımsız bir güçmüş gibi siyasi iktidara el koymuştur. Ama özünde, burjuva toplumunu güvenceye alıp yeniden tesis eder. Marks’ın söylediği gibi, hiçbir devlet iktidarı havada duramayacağına göre, dayandıkları mutlaka bir sınıf vardır. Toplumsal tabanı her ne olursa olsun (köylülük, küçük-burjuvalar, lümpen proletarya) sınıfsal dayanakları, egemen sınıflardan (büyük toprak sahipleri, burjuvazinin çeşitli kesimleri) oluşmaktadır. Kapitalist toplumda burjuvazi ve proletarya dışında kalan diğer sınıfların bağımsız tavır geliştirmeleri ve iktidar olabilmeleri mümkün değildir çünkü.
Bonapart da toplumsal taban olarak küçük mülk sahibi köylülüğe dayanmıştır. Ancak sınıfsal olarak ticaret burjuvazisi ve mali aristokrasiye hizmet eder. Marks, Bonapart’ın “burjuvazinin maddi gücünü korumakla, onun siyasal gücünü yeniden yaratmış olduğunu” söyler.
Sonrasında dünyanın pek çok yerinde burjuvazi zora düştüğü dönemlerde benzer yöntemlere başvurur. “Olağanüstü yönetim biçimleri” olarak geçen bu dönemlerde, hükümetler burjuvaziyi içine düştüğü çıkmazdan kurtarmak ve sistemi tahkim etmek misyonunu yerine getirirler. Ülkemizde 12 Eylül başta olmak üzere asker-sivil darbeler dönemi, bunun örnekleriyle doludur.
Sonuç olarak
Bonapartizm, Fransa’daki sınıf mücadelesinin bir ürünü olarak ortaya çıkmışsa da, orayla sınırlı kalmayan genelleşen bir siyasi kavram halini almıştır. Sonrasında Prusya’daki Bismarck dönemi ve Rusya’da 1917 Ekim Devrimi öncesi kurulan Kerensky Hükümeti, “Bonapartist” olarak nitelendirilecektir.
Ancak Ekim Devrimi, yeni bir çağı “emperyalizm ve proleter devrimler çağı”nı başlatır. Artık dünyanın altıda birinde proletarya iktidardadır. Ulusal kurtuluş savaşları ve proleter devrimlerle sarsılan burjuvazinin “olağanüstü yönetim”leri faşizm biçimini alır.
Elbette Bonapartizm ile faşizm arasında birçok benzerlik kurulabilir. Ne var ki, burjuvazinin iktidarı yeni ele geçirdiği bir dönemle; iktidarını pekiştirdiği, hatta Lenin’in deyimiyle “can çekişen, çürüyen, asalaklaşan” hale geldiği emperyalist dönemdeki yöntemleri bir ve aynı olamaz.
Louis Bonapart dönemine “Sezarizm” diyenlere, Marks’ın karşı çıkışının nedeni nasıl ki, “farklı sosyo-ekonomik koşullardan doğan siyasal biçimler arasında benzerlik kurmanın” yanlışlığı üzerinden olmuşsa; günümüzdeki faşist diktatörlüklere “Bonapartizm” diyenlere de aynı temel doğruyla karşı çıkmak gerekir. Bonapartizmin ortaya çıktığı 19. yüzyıl ile faşizmin ortaya çıktığı 20 yüzyıl arasında ekonomik, siyasi, askeri, sınıfsal vb. her yönden çok büyük değişiklikler olmuştur.
Şimdi sözkonusu olan 21. yüzyılın dünyasıdır. Kapitalizmin hızıyla birlikte düşünüldüğünde 10 yıl gibi kısa sürelerde ne devasa değişimlerin gerçekleştiği bilinmektedir. Hal böyleyken bugünkü yönetimleri, 19. yüzyılın “yönetim biçimleri”yle tanımlamak -üstelik bunu ‘yeni şeyler söyleme’ iddiasındaki liberaller yapmaktadır- günümüzü kavrayamamak, klasik deyimle “somut durumun somut tahlilini” yapamamaktır.
Öyleyse “Bonapartizm” tanımı artık tarihe mi karışmıştır? Bir başka ifade ile 1848 ya da 1917’de yaşandığı gibi, devrim ile karşı-devrimin birbirleriyle yenişemediği, satranç deyimiyle “pat” durumunun oluştuğu dönemlerde “denge” yönetimler, “ara geçiş” biçimleri olamaz mı?
Elbette bunlar mümkündür. Ancak buna “Bonapartizm” demek ne kadar doğru olur; faşizmi anlatacağımız üçüncü bölümde yanıt arayacağız.