Azmi Akan, 18 Nisan 1979’da Adana’da katledildi. Sezai Ekinci komutasında TİKB askeri komitesi, gözaltına alınan yoldaşlarını kurtarmak için Hacı Bayram Karakolu’na baskın yapar. Polislerin en az bulunduğu saatler olarak tespit edilen baskın anı, o gece bir milli maçın naklen yayını olduğu için oldukça kalabalıktır. Buna rağmen polisler teslim alınır. Fakat Azmi’nin girdiği odaya saklanan bir polisin sıktığı kurşun, Azmi’nin kalbine saplanır. Yoldaşları Azmi’yi kurtarabilmek için, karakoldan çıkarıp hastaneye yetiştirmeye çalışırlar; fakat Azmi hastaneye ulaştığında ölmüştür.
O yılları yaşayan ve Azmi’yi tanıyan bir yoldaşının kaleminden aktarıyoruz…
* * *
Devrim şehitlerinin, hem tarihimiz hem geleceğimiz olduğunu, onların yarattığı değerleri bugünlere taşımanın bir görev, bir borç olduğunu sıkça söyleriz. Fakat çoğunlukla günlük yaşamın sorunları baskın gelir, onları sadece ölüm yıldönümlerinde anar geçeriz; bazen bu bile unutulur.
Şüphesiz her defasında uzun uzun anlatmak gerekmez. Onları anmanın ve yaşatmanın tek biçimi de bu değildir zaten. Fakat bir çok şehidimizin bırakalım yaşamını, adının bile bilinmediği ya da unutulduğu, bilenlerin sayısının giderek azaldığı ve yazılı ifadeden çok sözlü aktarımlarla yetinildiği koşullarda, şehitlerimizi tanıtmak, hem tarihimize karşı bir sorumluluk hem de gelecek kuşaklara borcumuz olarak görülmelidir.
Öte yandan en fazla yakınılan şeyin; değer erozyonu, temel niteliklerde erime, çürüme ve yozlaşma olduğu gözönüne alınırsa, şehitlerimizin şahsında bu değerleri somut olarak işlemenin, aynı zamanda günün devrimci görevi olduğu kendiliğinden anlaşılır. Ayrıca burjuvazinin ve burjuva ideolojisinin etkisi altına girenlerin “tarihsizleştirme-belleksizleştirme” saldırısına karşı, tarihimize ve onun önemli bir parçası olan şehitlerimize sahip çıkmak, unutulmalarına izin vermemek gibi bir yükümlülüğümüz vardır.
Azmi Akan’ı bu duygu ve sorumlulukla onu tanımayanlara ve genç kuşağa anlatmak, tanıtmak istedik. Ne yazık ki Azmi, hakkında çok az şey bilinen ve giderek unutulan şehitlerimizdendir. Üstelik onun, ihtilalci komünist hareketin ilk şehidi olmak gibi bir özelliği de varken…
18 Nisan 1979, akşam saatleri
Her hafta düzenli yaptığımız bir işçi komitesi toplantısındayız. Toplantı; ilkin işyerindeki sorunların konuşulduğu, ardından kaldığımız yerden ‘eğitim çalışması’nın devam ettiği bir şekilde sürdü. İşçi yoldaşlar, kendilerini zorlayarak verilen eğitimi almaya çalışıyor. Ertesi gün erkenden işe gidecekler çünkü. Verimli bir toplantı oldu, onun coşkusuyla toplantı konusu bittiği halde konuşmalar devam ediyor. Ama gözlerden uyku süzülüyor. Bir yandan konuşuyor, bir yandan da yatakları hazırlıyoruz.
Gece 11.00 haberlerini dinlemek için radyoyu açmalarını istiyorum. -O yıllar, gece 11.00 haberleri, ‘anarşik olaylar, sağ-sol çatışması’ olarak sunulan haberleri vermesiyle ve günün son haber programı olmasıyla bizler tarafından dinlenirdi genellikle.- Haber spikeri, bildik rutin ses tonuyla önce ‘hükümet haberlerini’ veriyor. Bizse işimize devam ediyoruz. Bir ara kulağıma ‘Adana Hacı Bayram karakolu’ çarpıyor. ‘Bir dakika susun!’ diyorum yoldaşlara. Hepimiz kulak kesiliyoruz. Spiker devam ediyor: ‘Bu akşam 21.30 sularında Adana Hacı Bayram karakolunu basan anarşistler, bir polis memurunu şehit etti. Bir polis ve bir bekçi yaralı. Anarşistlerden biri arkadaşları tarafından Adana Devlet Hastanesi’ne ölü olarak bırakıldı.’ Herkes nefesini tutmuş vaziyette. Birbirlerine ve sonra dönüp bana bakıyorlar. ‘Ölen kişinin üzerinden’ diye devam ediyor spiker, ‘sargı bezi, oksijen, tentürdiyot gibi ilk yardım malzemeleri çıktı.’ Üzerindeki kimliği de söylüyor ama o değil de, üstünde çıkanlar beynime kazılıyor. Ve diğer haberlere geçiyor… Artık hiçbir şey duyacak halim yok.
Kafamda sadece Hacı Bayram karakolu ve ‘ilk yardım malzemeleri’ var. Hızla düşünceler ve olaylar akıyor gözümün önünden. O günlerde gözaltına alınan bir grup yoldaşın en son Hacı Bayram karakolunda tutulduklarını duymuştum. Bizimkilerin onları kurtarmak için baskın yapma olasılıkları yüksek. Ama daha da önemlisi ‘ilk yardım malzemeleri!’ Yüreğime bir hançer sokuluyor. ‘Bu bizim eczacı yoldaş olmasın’ diyorum içimden. Ağlamak istiyorum. Ama çevremde işçi yoldaşlar var ve meraklı gözlerle bana bakıyorlar. ‘Bizimkiler olabilir’ diyorum sadece. ‘Ama emin değilim, yarın kesin öğreniriz. Ona göre davranırız.’ Öyle söylüyorum ama ne yapacağımızı, ne yapmam gerektiğini ben de bilmiyorum. Eğer tahmin ettiğim gibi bu baskını bizimkiler gerçekleştirdiyse, bu bizim ilk şehidimiz olacak. O güne dek bir çok devrim şehidini militan kitle gösterileriyle uğurladık, ama tanıdığım birinin, kendi yoldaşımın acısını yeni yaşıyorum.
Yoldaşlardan biri ‘üzerinde niye ilk yardım aletleri varmış’ diye soruyor. ‘Bilmiyorum -diyorum- Belki de yaralanan olursa ilk müdahaleyi kendileri yapmak için almışlardır.’ Bunu soran ‘eczacı yoldaş’ı tanıyor aslında. Ama aklının ucundan geçirmediğine eminim. Benim de geçmezdi çünkü. Ta ki o gün, -o eğitime gittiğimiz, benim için unutulmaz günlerden olan o gün- ‘eczacı yoldaş’ı asker özellikleriyle de tanıyıncaya dek.
İlk’ler unutulmaz
Her genç devrimcinin, ‘ilk’leri vardır ve onlar unutulmaz. Hele de silahla tanıştığı, talimini yaptığı an’ları… Dönem de sıcak çatışmalarla geçen bir dönem ise, bu istek daha da yakıcılaşır. Neredeyse hemen her gün üzerine taş, sopa; ardından mermi ve bombaların yağdığı gençler olarak bizim kuşağın ilgisi, sadece basit bir merak konusu değil, yaşamın dayattığı bir zorunluluktu. Salt siyasal eğitim yetmiyordu, askeri eğitim de gerekiyordu. Yoğun isteklerimiz sonunda bunu da başarmıştık.
Randevu yerine gittiğimizde, arabanın içinde ‘eczacı yoldaş’ olarak bildiğimiz Azmi oturuyordu. Adına ‘düldül’ dediği, beyaz bir Anadol vardı. Herhalde bizi gideceğimiz yere kadar götürecek, şoförlüğü o yapacak, diye düşündüm. Arabaya bindik, pür neşe gidiyoruz. Azmi her zamanki neşeli-muzip tavırlarıyla bize takılıyor. Ormanlık yerlerden geçiyoruz ve Azmi bekçi dahil karşılaştığı kişilerle selamlaşıyor ve yola devam ediyor. Anladım ki, buraları iyi biliyor. (…)
Talim yerine geldiğimizde ‘sorumlu yoldaş’ büyük bir kartona çizdiği hedefi bir ağaca astı ve bizleri belli bir mesafeye çekip, nasıl nişan alınacağını anlatmaya başladı. Bu arada Azmi bizimle değil etrafla ilgileniyordu. Yolda bize refakat etmek için geldiği düşüncesi iyice oturmaya başladı. Onu bu işlerle birlikte düşünemiyorum, çünkü eczacı olduğunu biliyorum -onu da bir zorunluluktan dolayı öğrenmiştim- ve bize sempati duyan biri sanıyorum. Biz büyük bir heyecan içindeyiz. Sözlü anlatımlar bittikten sonra her birimize verilen belli miktarda mermi ile atış yapıyoruz. Kaçta kaçını isabet ettirmişiz ve ne kadarı tam hedefi bulmuş, aramızda yarışıyoruz da. İlk deneme için oldukça başarılıyız. (…) ‘Kolaymış’ diyorum, çocukken çok sık oynadığım, misket, tapa, taş gibi oyunlara benzetiyorum. Onların hepsi de bir nişan alma işi aslında.
Bizim işimiz bitti. Yavaş yavaş toparlanıyoruz. Bu arada Azmi koşuyor. Hızlanıyor, birden durup dönüyor ve belindeki silahı çekip sıkıyor. Daha sonra, silah elinde bu hareketi tekrarlıyor. Donmuş vaziyette, onu izliyorum. ‘Sorumlu yoldaş’a ‘ne yapıyor?’ diye soruyorum şaşırarak. O da gülerek, ‘hareket halinde iken isabet ettirebiliyor mu, onu deniyor’ diyor. O bizden uzakta. Gözlerimle takip ediyorum. Gerçekten filmlerdeki gibi, seyrek saçları koştukça arkaya doğru savruluyor, koşması, aniden durup çevik bir hareketle dönüşü, silahı ateşlemesi, hepsi daha önce çalıştığını gösteren mükemmellikte. Şimdi karşımda bir şehir gerillası duruyor. Yüzü, duruşu, işin hakkını vererek yapan insanın ciddiyeti ve gururunu yansıtıyor. ‘Sen neymişsin be eczacı yoldaş’ diyorum içimden büyük bir taktirle.
O sahne gözlerimin önünden hiç gitmedi. Ne zaman Azmi’yi düşünsem, önce saçları dalgalanarak koşan o delikanlı gelir gözlerimin önüne. Radyodan ‘üzerinde ilk yardım malzemeleri çıktı’ şeklinde duyduğum zaman, o an geçti bir film şeridi gibi. Bu ‘O’ dedim, başkası olamaz. Üzerine o ilaçları alırken, belli ki, yoldaşlarına bir şey olursa ilk müdahaleyi yapıp kurtarabileceğini düşünmüştü. Hiç kendinin yaralanacağını/öleceğini aklına getirmiş miydi?
Azmi’nin son anları
18 Nisan saat 21.30’da Azmi ve Sezai’nin de içinde yer aldığı müfreze, Hacı Bayram karakoluna dalar. Gelen istihbarat, bu saatlerin polisin en az bulunduğu saatler olduğu şeklindedir. Plan; her birinin bir odaya girerek içindekileri teslim alması ve nezarethaneye indirip oradaki yoldaşları çıkardıktan sonra polisleri kilitleyip çekilmektir. Fakat polisler sanıldığından fazladır. O gece bir maçın olduğu, bazı polislerin maçı seyretmeye daldıkları için gitmedikleri sonradan anlaşılacaktır. Azmi’nin girdiği ve boş sanılan oda karanlıktır. Azmi bir eliyle elektrik düğmesini arar ve yakmasıyla üzerine ateş edilmesi bir olur. Ateş seslerine yoldaşları koşar, polisin ateşine karşılık verirler. Azmi’ye tek kurşun isabet etmiştir ama o da kalbine gelmiştir. Son sözü ‘beni burada bırakmayın’ olur.
Yoldaşları Azmi’yi de yanlarına alarak, çatışarak karakoldan çıkarlar. Caddeye geçip silahlarıyla bir arabayı durdururlar. Ve doğru hastaneye sürmesini isterler. Küçük bir umut olsa da onu yaşatmaya çırpınırlar. Hastaneye yaklaşırken kendileri iner ve şoföre, Azmi’yi hastanenin Acil servisine götürmesini söylerler. Şoförün parasını da bırakıp oradan uzaklaşırlar. Yoldaşlarının Azmi’yi en son gördükleri bu andır. O’nun öldüğünü ya da öleceğini,-kabullenmesi çok zor da olsa- bilmektedirler. Tek tesellileri, Azmi’nin son isteğini yerine getirmiş, onu karakolda bırakmamış olmalarıdır.
Azmi ile tanışma
Her okul çıkışında, karşı caddede öbekleşen sivil faşistler önce taş yağmuruna tutardı bizi. Ardından zincirli-bıçaklı kavgalar… Okuldan toplu çıkardık, tek tek yakalayıp öldürmesinler diye. Şehrin merkezine kadar toplu yürür, oradan dağılırdık. Ama semtlerinde sivil faşistlerin hakimiyeti olanlar, kurtulamazdı yine dayaktan, bıçaklanmaktan. Taşlı-sopalı, zincirli-muştalı aletleri, sonra yerini silaha-bombaya bıraktı. Toplu çıkışlarda bu kez pusu kuruldu yollarımıza, kurşunlandık. Devrimci öğrencilerin hakim olduğu okullar bombalandı.
Böyle günlerden birinde, yine okul çıkışı üzerimize yağan taşlardan nasibimizi alıyoruz. Bir yandan ‘Kahrolsun Faşizm!’ diye haykırıyor, bir yandan da gelen taşları toplayıp geri fırlatıyoruz. Sayıca kalabalığız ve öfkemiz dorukta. O üstünlükle üzerlerine yürüyoruz, hiç beklemediğimiz bir şey oluyor ve faşistler kaçmaya başlıyor. Bu, bizi daha da cesaretlendiriyor ve kovalamaya başlıyoruz. Ellerinde tuttukları az sayıda semtlerden biri olan Denizli Mahallesi’nin ‘Ülkü Ocakları’na kendilerini zor atıyorlar. Biz de belli bir yerde, kovalamayı bırakıp geri dönüyoruz. Atılan taşlardan kafası, gözü yaralananlar var. Taşın biri, bir yoldaşın gözlüğünü parçalamış ve ufalan cam parçacıkları gözün içine dolmuş. Gözü adeta bir kan çanağına dönmüş durumda. Öyle anlarda hastane ya da herhangi bir doktora gitmekten çekiniyoruz, ihbar ederler, işe polis karışır diye. Çoğunlukla kendi tedavimizi kendimiz yapmayı tercih ediyoruz. Ama bu öyle kolay görünmüyor. O da biraz tereddüt ettikten sonra ‘bir eczacı yoldaş var, onun yanına gidelim’ diyor. Eczane de öyle bir yerde ki, Adana’nın merkezi ‘Ülkü Ocakları’nın karşı tarafına düşüyor. Faşistler, oradan es kaza geçen devrimcileri kovalayıp kıyasıya dövüyor, bıçaklıyorlar.
Arka sokaklardan geçerek eczaneye ulaşıyoruz. Azmi’yi daha önce mitinglerde, toplantılarda görmüşlüğüm var, ama eczacı olarak ve bu kadar yakından ilk kez görüyorum. Bizi eczanenin arkasında perdeyle ayrılmış küçük bölmeye götürüyor ve cam parçalarını tek tek temizliyor. Faşistlerle çatışma ve o kritik bölgedeki eczaneye ulaşma hikayemizi gülerek dinliyor ve yine bizi daha fazla konuşturan takılmalarını eksik etmiyor. Bizim endişemiz, onu riske edip etmediğimiz. Aslında karşısında bizi o vaziyette görünce şaşırmadı değil. Ama hemen kendini toparladı ve diğer müşterilerin yanından alarak tedaviyi yaptı.
Azmi’yi yakından tanıdığım ve adının aramızda ‘eczacı yoldaş’ olarak kalmasına vesile olan olay buydu. Fakat orada bile, Azmi’nin o eczanenin sahibi ve mesleğinin eczacılık olduğunu anlamış değildim; orada çalışan kalfa gibi bir şey sanmıştım. Öyle davranıyordu çünkü. Öldükten sonra çok zengin bir ailenin çocuğu olduğunu, arabası, işyerleri, daireleri bulunduğunu bir çok yoldaş gibi ben de şaşarak öğrenecektim.
Daha sonraki günlerde seminer ve tartışma toplantılarında, yürüyüşlerde karşılaşacak gülümseyerek selamlaşacaktık. Her konuşma fırsatı yakaladığımızda ise, faşistlerle ne yaptığımızı sormadan edemezdi. Faşistleri okuldan söküp atmıştık atmasına ama, çıkışlarda artık taş yerine kurşun yiyorduk.
Sonraki aylarda okul çıkışı kurulan pusuda sıkılan kurşunlarla yaralandığım zaman da, onun yanına gitmek aklımıza geldi, fakat tehlikeye atmamak için gitmedik. Önce herhangi bir doktor muayenesine daldık, hava kararmıştı ve doktor yoktu. Tesadüfen bir dişçi açık bulup daldık içeri ve tedavi etmesini rica ettik. Dişçinin şaşkınlığı ve korku dolu bakışları gözlerimin önündedir hala. Çocukluğumuza vermiş olmalı bu teklifi. “Ben bunu yapamam, hiçbir doktor da yapmaz. Bunlar polislik olaylar, o yüzden çekinirler. Bu saatte doktor da bulamazsınız zaten. Oyalanmadan hastaneye gidin, yoksa kan kaybından ölebilirsin” demişti. Biz de biliyorduk hastaneye gitmesini, ama gözaltına alınmamak için istemiyorduk. Fakat artık çaresizdik. Hiç istemediğimiz halde bir arabaya binip hastanenin yolunu tuttuk.
Şu garip tesadüfe bakın ki, hastanedeki ilk müdahaleden sonra ifademizi almak üzere gelen polisler, bizi Hacı Bayram Karakolu’na getirdiler. Yaralanma olayı, bu karakolun sınırlarına giriyormuş. İçine girdiğim ilk karakoldu Hacı Bayram. Gerçi sanık değil, tanık olarak gelmiştik güya, ama yaralı halde bizi saatlerce bir kanepede beklettiler. ‘Silahı sıkanı görmüş müyüz, bir düşmanımız var mıymış?’ Karanlıkta görmemiz mümkün değil, bunu onlar da biliyor. Düşmanımızsa; ‘bütün faşistler bizim düşmanımız’ dedim. Olayın faili olarak sağdan-soldan birilerini toplamışlar, hiç birini tanımıyoruz doğal olarak. Sonunda ifademiz alındı, göstermelik bir dava da açıldı. Biz bir an evvel karakoldan çıkmak istiyoruz. Kirli sarı boyalı duvarları, telsiz ve daktilo sesleri ve ağır kokusu ile zaten halsiz düşmüş bünyemle iyice üzerime çöküyor, boğuyor. Geniş bir koridoru ve ona açılan odaları var. İşte bu odalardan birinden o hain kurşun gelip Azmi’nin kalbine saplanıyor. Azmi’nin ölümünü duyduğum andan itibaren Hacı Bayram Karakolu’nu bütün ayrıntılarını yeniden hatırlıyorum.
Azmi’nin devrimci yaşamı
Daha sonraki aylarda Azmi ile sık sık ‘Dev-Da’ (Devrimci Dağıtım) adıyla kurulmuş olan kitapçımızda karşılaşmaya başladık. Dev-Da’nın mali işlerinde yardımcı olmaya çalışırdı. O kısa görüşmelerde çok kitap okuduğunu, iyi bulmaca çözdüğünü farkedecek, onun genel kültür ve siyasal düzeyinin gelişmişliğini anlayacaktım. Diyarbakırlı Kürt bir ailenin çocuğu olduğunu, daha sonra Adana’ya yerleştiklerini, üniversiteye önce İTÜ’de başladığını, sonra, Eczacılık Fakültesi’nde girerek oradan mezun olduğunu, bunların hepsini de öldükten sonra öğrenecektim.
Azmi’nin devrimci düşüncelerle tanışması, İTÜ’de okuduğu zamana rastlıyor. ‘Halkın Kurtuluşu’ saflarında mücadeleye atılıyor önce. ‘77’de “Üç Dünya Teorisi” başta olmak üzere sağ oportünizme karşı gelişen muhalefetin içinde yer alıyor. ‘77’den ‘79’a kadar geçen iki yıllık ara dönemde ise, başkaları gibi ne geri dönüyor HK saflarına, ne de troçkist grupçuklara rağbet ediyor. Fatih’e ve yoldaşlarına güveniyor ve üzerine düşeni yapıyor. Kendini her yönden geliştiriyor. Salt ideolojik-siyasal çalışma ile yetinmiyor, askeri, teknik işleri de öğreniyor. Siyasal gelişkinliğini bir üstünlük vesilesi yapmadan, büyük-küçük demeden bütün işleri yapmaya çalışıyor. Ailesinin ve kendisinin tüm olanaklarını örgütünün ihtiyaçları için seferber ediyor. ’79 Şubat’ında örgüt kurulduğu zaman, Azmi ilk üyelerin içinde yer alıyor. Örgütün kuruluşu ve üyelik, onun için çok büyük bir sevinç ve onur kaynağı oluyor. Hatta bunun ona bildirildiği toplantıda yoldaşlarına sarılıp, kalkıp oynadığı söylenir. Bundan iki ay sonra 18 Nisan 1979’da, TİKB’nin ilk şehidi olarak, geride tarifsiz bir acı, derin bir öfke ve öç alma duygusu bırakarak aramızdan ayrılıyor. Tıpkı Deniz’ler gibi 24 yaşında sonsuzluğa uğurluyoruz onu…
Azmi’nin yarattığı etki
Azmi’nin ölüm haberini duyduğum gecenin ertesi günü yoldaşları gördüğümde, tahminimde yanılmadığımı anlayacaktım. Herkes çok üzgündü. Kimisi hala ağlıyordu. Akşama doğru, ‘sorumlu yoldaş’ geldi ve bana Azmi’nin ehliyet kimliğini uzattı. “Elimizdeki tek fotoğrafı bu. Bunu çeşitli boylarda büyüt. Pul, afiş, pankart yapılacak şekilde” dedi ve “sabaha gelip alacağım” diyerek gitti.
Elimde Azmi’nin küçük vesikalık bir fotoğrafı öylece donup kaldım bir süre. Hayatımda çizdiğim en zor resimdi bu. Elim kaleme gitmedi. Kalem kağıda değmedi. Her aşaması bir işkenceydi adeta. Ve sanki ben bu resmi çizmeye başladığım an, Azmi gerçekten ölecekti. O an böyle bir yeteneğim olduğuna da kahrettim. Çizecek başka kimse yok muydu? Niye bana getirmişlerdi? Hem de ‘sabaha çıksın’ diyorlardı. Ellerim titreyerek, boğazım tıkanarak, gözlerim dolarak çizdim ilk resmini. Sonra bir daha, bir daha… Sabaha kadar uyumadan yetiştirdim onları. Ardından serigrafi ve baskı… Binlerce pul, yüzlerce afiş süsledi sokakları, caddeleri… Uykusuzluk, yorgunluk, açlık nedir bilmeden tam üç gün boyunca aynı tempoyla çalıştık.
Daha sonra içerde-dışarda bir çok şehit yoldaşın resmini çizmek, pankartını yapmak durumunda kalacaktım, ama Azmi kadar kötü olduğumu hatırlamıyorum.
Burjuva basın, Azmi’ye geniş bir yer verdi. Daha çok da ailesinin zenginliği ve asaleti üzerinde duruyordu. ‘Böyle asil bir aileden nasıl anarşist çıkıyor’dan ‘konuşmasın diye yoldaşları tarafından öldürüldü’ye varana kadar iğrenç yalanlarıyla…
Dolmuşun içindeyim ve üzerimde Azmi ile ilgili materyaller var, onları götürüyorum. Trafik yolumuzu kesti. Bir süre öyle bekliyoruz arabada. Sonra bir cenaze arabası geçiyor, ardından uzunca bir konvoy. Dolmuşun içindekilerden biri ‘geçen gün ölen gencin cenazesi herhalde’ diyor. Birden sarsılıyorum ve dikkat kesiliyorum. Etrafı saran polis kordonu bu ihtimali arttırıyor. ‘Zengin bir ailenin çocuğuymuş’ diye devam ediyor dolmuştakiler. Ahlayanlar, ‘yazık oldu’ diyenler…
“Azmi, senin cenazen böyle olmamalıydı! Senin ailen; örgütün, yoldaşların! Biz kaldırmalıydık sloganlarla, marşlarla. Sen böyle bir cenaze töreni isterdin biliyorum, bunu yapamadık, bizi affet. Ama mutlaka telafi edeceğiz, sana söz veriyorum…” Dolmuşun hemen önünde şoförün yanında oturuyorum. ‘Yoldaşların harıl harıl çalışıyor, seni hep yaşatacağız, rahat uyu’ diyorum içimden.
Gerçekten de onun cenazesini kaldıramamayı telafi etmeye çalışıyor yoldaşlar. Cenazesi kalktıktan sonraki gün, pankartları ile mezarına gidiyorlar ve mezarı başında ant içiyorlar.
Azmi’nin mezarı, bir abideye dönüşüyor adeta. Azmi’nin en son görev aldığı Anadolu mahallesi ve Bossa fabrikası, Azmi’nin mezarının iki yanını kuşatmış durumda. Mahalle halkı, işçiler, gençler, önce aralarında para toplayıp çok güzel bir mezar taşı yaptırıyorlar. Orak-çekiçli amblem ve ‘TİKB üyesi Azmi Akan’ yazıyor mezar taşının üzerinde kırmızı yazı ile. 12 Eylül’de kırıyorlar bu mezar taşını, her defasında yeniden yaptırıyor halk.
Ziyaretçileri ve kırmızı karanfilleri hiç eksik olmadı Azmi’nin. Mahallenin çocukları, Asri Mezarlığı’nın Sabancı’lara, Sapan’lara ait mezarlarına getirilen çelenklerden kırmızı karanfilleri toplar ve Azmi’nin mezarına getirirlerdi. Azmi’nin mezarı, boydan boya kızıla keserdi. Daha sonra mezarını sıkça ziyaret ettim. Başında sessizce durur, ona nereden nereye geldiğimizi, yaptıklarımızı, yapacaklarımızı anlatırdım. Mezarlıkların hüzünlü bir yanı vardır. Ama ilginçtir Azmi’nin mezarına geldiğimde, onunla konuştuğumda, içimde bir sıkıntı varsa da hafiflediğimi hissederdim. Daha bir kararlı ve coşkulu ayrılırdım yanından. Tıpkı Fatih’in mezarı gibi Adana’da da Azmi’nin mezarının yoldaşların uğrak yeri olması boşuna değildi.
Daha sonra Azmi’nin son görev aldığı bu bölgede çalışmaya başladığımda, onun halk tarafından ne kadar çok sevildiğine tanık olacaktım. Mahallenin çocukları, Azmi’nin mezarını karanfilsiz bırakmazken, yaşlı kadınların mezarına gelip dua okuduklarını gördüm. ‘Bizimle oturup zeytin ekmek yerdi, zengin bir ailesi olduğunu duyunca çok şaşırdık’ derlerdi, onun alçakgönüllü, sade özelliklerinden gıptayla bahsederlerdi. O yıllarda Adana’da doğan birçok çocuğun adı oldu Azmi…
* * *
Azmi’nin ölümü, tek tek her birimizi, bir bütün olarak örgütümüzü büyüttü, olgunlaştırdı. Azmi’li günlerde çocuk-genç sayılacak dönemdeydik. Onun ölümü bizi hızla sıçrattı. Öğrenci devrimcilikten çıkıp “örgüt insanı” haline geldik. Her militan ölüm gibi, Azmi’nin ölümü, Adana’daki mücadeleyi ve örgütümüzü daha da büyüttü, kökleştirdi. Yoldaşlarımızın teri, şehitlerimiz kanı sulamıştı çünkü o toprakları…
TİKB(Bolşevik) Merkez Yayın Organı “İhtilalci Komünist”in Temmuz 2006 tarihli sayısından kısaltılarak alınmıştır.