Emekçi kadının sahiplendiği KAVGA YENİLMEZ!

kadin erkek elele

 

Kölelik, feodalizm, kapitalizm… Bütün sınıflı toplumlar kadını, yani toplumun yarısını yok saydı. Çünkü egemenler, kendi hegemonyalarına son verecek sınıfın yarısını etkisizleştirmek istiyorlardı. Bütün devrimlerde önce kadını vurdular bu yüzden… Onun sahiplendiği kavgadan iki kez korktular. 1857’de fabrikalarında yakılan 129 kadın işçinin mirasını yok etmeye çalıştılar.

Fakat bu miras, yüzyıllar geçmesine rağmen değişmedi, kuşaktan kuşağa, ülkeden ülkeye yayıldı. “Tek göğüslü”, korkusuz ve vahşi Amazon kadınlarının, ellerinde mızrakları, omuzlarında ok ve yayları ile, erkeklerden oluşmuş ordulara korkusuzca karşı koymaları anlatılır bir efsane gibi… Jean Darc’ın cesareti, Rosa’nın devrimci korkusuzluğunda yeniden nefes almıştır. Latin Amerika’da silah tutan kadın gerillaları, Kürt dağlarından selamlamıştır Beritan’lar… Nepal’in kadın gerillalarına uzanmıştır korkusuzluk… İngiltere’nin grev yapan Kibritçi Kızları, Almanya’nın Silezyalı dokumacıları, komün barikatlarına benzin taşıyan kadınların cesaretiyle buluşmuştur…

Onlar Paris Komünü’nün kahramanlarıdırlar. Boş tencerelerini ve gözyaşlarını dört duvardan evlerinde bırakıp silaha sarılırlar. Kurtuluşları demek olan Komün’ü savunmak için ambulansçı, fişekçi, savaşçı olurlar. Komün yenilgisinden sonra Savaş Konseyi önüne çıkartılan 1051 kadından 956’sı işçidir.

Sosyalist Sovyetler Birliği’nde üretim rekorları kıran işçi kadınlar, doğunun gericiliğine karşı kadınları örgütlemek için yollara düşen “kırmızı başörtülüler”, Alman faşizmine karşı savaşan Tanya’lardır onlar.

Nazi kamplarından gelir sesleri. Yakalandıklarında eteklerinin altına sakladıkları bombayı kaptıkları gibi SS subaylarına fırlatmaları bir olur.

1941 Nisan’ında faşist işgalciler Yugoslavya’ya girince, onlar her günkü işlerini yapar gibi kavgaya koşarlar. Tarlada saban, evde ocak yerine silahın kabzasına sarılırlar. Yugoslavya Halk Kurtuluş Ordusu’nun 100 binden fazla kadın üyesi vardır. Bunların dörtte biri savaşta şehit düşer. 40 bini yaralanır, 3 bini sakat kalır…

1908 Haziran’ında Sivas’ta 50 kadın, boğazlarından geçmeyen pahalı ve pis ekmeği protesto ederek Vilayet Konağı’na yürürler. Onlardan etkilenen 500 kişi vilayet camlarını alaşağı eder, unu ve buğdayı yağmalar.

Onları işçi direnişlerinde, gecekondu semtlerinde, mitinglerde görürüz. Öfkeleri herkesten daha güçlüdür. Yumruklarını kaldırıp mücadele sloganları haykırdıklarında, herkesten daha gür çıkar sesleri. Tariş, Tekel, Sümerbank, Novamed işçilerinin direnişinden tanırız. Grev kırıcılar otobüsleri çalıştırmak istediklerinde, avuçları taş dolar hemen. Olmadı, kendilerini atarlar arabaların altına, panzerlerin önüne, polis barikatının üstüne. Fabrika işgalinde, 15-16 Haziran yürüyüşlerinde onlar vardır. Paşabahçe’de, Zonguldak’ta, direnişçi işçiler kadar mücadeleyi sahiplendiklerini biliriz.

Cezaevi önlerinde görürüz onları. Katiller sürüsü, oğullarının, kızlarının üstüne yürüdüğünde, ring aracını elleriyle, evet ellerinin on parmaklarıyla durdururlar. Cumartesileri ağarmış saçları, bükülmüş belleriyle mesken tuttukları Galatasaray Lisesi önünde, bir avuç kadın, çocuklarını arar onyıllar boyu. Adı yasak bir ülkenin yakılmış evleri, parça parça edilmiş toprakları ve mücadele yangınına kesmiş dağlarından duyarız onları. Kavgada yeniden dirilmeyi, özgürleşmeyi anlatırlar. Filistinli Kerime’den Kürdistanlı Leyla Kasım’a uzanır bu öykü.

Kavgaya, yayından fırlayan ok gibi katılan yurtsever-devrimci-komünist kadınları biliriz. Kürt hareketinin direnişçi-militan kadın önderi Sakine Cansız, düşmana “varsa cesaretiniz gelin” haykırışıyla sembolleşen Sabahat Karataş, 16 Mart’ta faşist saldırıda katledilen Hatice Özen, silahına devrim türküleri söyleten Meral Yakar, bomba olup faşizmin üzerine patlayan Yasemin Çiftçi, ölüm orucunda ölümsüzleşen Nergis Gülmez, Yeter Güzel, Aysun Bozdağan, Hatice Yürekli ve diğer devrimci kadınlar…

İşkence tezgahında cellatların yüzüne suskunluğunu haykıran 19’undaki gencecik ihtilalci komünist Selma Aybal; 18’indeki kavga bayrağını yükseltirken tereddütsüzlüğüyle işkencede ölümsüzleşen Songül Kayabaşı; yoldaşını korumak için elinde silahıyla ölümün üzerine yürüyen genç komünar Nilgün Gök; “bizsiz olmaz bu işler” diyerek Gazi barikatlarına koşan Zeynep Poyraz, “yeni çağın çocukları” komünist kadınlardır…

Adları başka, yüzleri başkadır. Ama öğrenmişlerdir, kendi kurtuluşlarının insanlığın kurtuluşu kavgasında olduğunu… Kararlıdırlar; en önde atılırlar kavgaya… Cesurdurlar; ölümü bir karanfil gibi takarlar yakalarına… İnançlıdırlar; ne devletin şiddeti-terörü-işkencesi, ne de tüm emekçi kadınların en büyük gardiyanı olan babalar-abiler-kocalar engelleyememiştir onların devrimciliğini… Çünkü kadının özgürlüğü, kendisini tutsak eden sınıflı topluma, kapitalizme karşı mücadelenin içindedir!

 

Burjuvazi kadınları kazanmak ister

Emekçi kadınların mücadeleye katılması çok zor, çok sancılı bir süreçtir. Erkek emekçiler salt devletin baskısına karşı mücadele ederken, kadın emekçiler buna ek olarak bir de toplumsal baskı ile, ev içindeki baskı ile mücadele etmek zorunda kalırlar. Tam da bu nedenle, devrimcilikleri daha kararlı, daha yenilmez olur.

Ve yine aynı nedenle, burjuvazi, kadınların mücadeleye girmesini engellemek için, ya da kendi politikalarına yedeklemek için, iki kat daha fazla çaba gösterir. Çok çeşitli yöntemleri vardır bunun için. İdeolojik-siyasi-ekonomik ve pratik, bütün yöntemler kullanılır.

 

En başta gelen yöntem elbette devlet baskısı-terörü-işkencesidir. En küçük bir hak arama mücadelesini bile vahşi bir terörle bastırılmaya çalışılır. İşçi direnişlerinde, öğrenci eylemlerinde, HES’lere ya da “rantsal dönüşüm”e karşı eylemlerde kadınlar da coplanır, yüzlerine gaz sıkılır. Gazi direnişi sırasında çöp konteynırının yanında bir genç kızın polisler tarafından ölümcül biçimde dövülmesinin görüntüleri daha hala hafızalardadır. Benzer biçimde Gazi’deki yürüyüşün en önünde yer alan ve militanlığıyla göz dolduran Zeynep Poyraz’ın polis tarafından hedef gözeterek vurulduğu bilinmektedir.

Devrimci kadınlar, işkence sırasında bir de kadın olarak aşağılamaya, işkenceye, taciz ve tecavüze maruz kalır. Hamile kadınların işkencede copla tecavüze uğradığı ya da çocuğunu düşürmesi için karnının tekmelendiği durumlar hiç de az değildir. Çocuklarına yapılan işkenceler ise, “anne” devrimciler için en ağır işkencedir.

Devrim başarısızlığa uğradığında önce kadınlar vurulur. Paris Komünü’ne karşı savaşan ve komünü yenilgiye uğratan Alman komutan, “komüncülerin hepsi kadın olsaydı, yenmemiz mümkün olmazdı” demiştir. Alman faşizmine karşı savaşan Sovyet kadınları, yakalandıkları anda ya idam edilmiş, ya da katledilmiştir. Sağ kurtulan kadınların oranı çok daha düşüktür.

Aile içinde kullanılan şiddet ise, devletin şiddetiyle birleşerek, kadınları mücadeleden koparmaya çalışan en önemli baskı unsuruna dönüşür. Devrimcileşen genç kızların ezici bir çoğunluğu, devletin işkencehanelerinde gördükleri şiddetten daha fazlasını evde babalarından, abilerinden görürler. “Sen kız başına…” diye başlayan cümleler, ev içindeki en vahşi şiddetin başlangıç konuşmasıdır. İşten atılan evli kadınların eyleme geçmesi, sadece patrona ve polise karşı değil, evde kocasına karşı da bir mücadeleyi gerektirmektedir.

Toplamda, mücadele etmek isteyen kadınların ve genç kızların önünde, aşmaları gereken çok büyük bir barikat vardır. Mücadeleye inandığı oranda cesareti ve kararlılığı da artan kadın, her tür şiddete karşı korkusuzluğu kuşanmak, saldırının ve vahşetin üzerine militanca yürümekle yükümlüdür.

 

Burjuvazinin kadınları etkisizleştirmek için kullandığı ikinci yöntem, onları alıklaştırmak, yozlaştırmak ve bireyselleştirmektir. Bu konuda burjuvazinin en büyük yardımcısı, ev işlerinin tüketici ve alıklaştırıcı etkisidir. Özellikle ev kadınları, evin dört duvarının arkasında, sabahtan akşama kadar bitmez tükenmez ev işleri içinde, gelenek ve göreneklerin, dinci-gerici kültürün kuşatması altında duygu ve düşünceleri hapsolmuş biçimde yaşamaya mahkum edilmiştir. Bir ev kölesidir o. Bu kölelik, çoğu kez bu durumu doğal görecek ve kabullenecek bir bilinç şekillenmesi ile içiçedir. Bütün ev kadınları, bu kölelik karşısında homurdanır, ama ezici çoğunluğu bu durumun değişebileceği konusunda bir fikre de sahip değildir; “böyle gelmiş, böyle gider” diye düşünür. Onlarda bireyselleşme de had safhadadır, yaşamın tüm sorunları karşısında “tek başına” olduğu duygusu kaçınılmaz bir hale gelmiştir.

Sadece ev kadınlarını değil, bütün kadınları hedef alan bir alıklaştırma-yozlaştırma-bireyselleştirme saldırısı ise, “moda” üzerinden yürütülmektedir. Televizyon programları, reklamlar, pembe diziler, “romantik komediler”, onun hayal dünyası ile gerçeklik arasındaki bağı koparmasına neden olacak kadar yoğun bir bombardıman şeklinde yağmaktadır.

Son yıllarda giderek artan biçimde kullanılan bir yöntem ise, her yaştan kadında “güzel olmak” düşüncesinin saplantıya çevrilmesi çabasıdır. Yüksek topuklu ayakkabılar, açık ve pahalı kıyafetler giymek, makyaj yapmak ve mutlaka güzel görünmek gerektiği propaganda edilmektedir. Zeka, çalışkanlık, kişisel beceriler, insani erdemler… kapitalizmin yoz dünyasında bunların hiçbir önemi yoktur. Gencecik kızlara “dünyadaki en önemli sorun”un güzel olmak-güzel görünmek olduğu öğretilmekte, liseli kızlar bile birer cinsel metaya çevrilerek “pazara”-erkeklerin beğenisine sunulmaktadır.

Üstelik bu, “asla yalnız kalmamalısın” fikriyle birlikte pompalanmaktadır. Buna göre, kadınlar eğer bir erkekle birlikte değilse, mutlaka “eksik”tir, “kusurlu”dur, “erkek bulmayı beceremiyor”dur; kadın ve moda programlarını seyrederek, kendisine “erkek bulma”nın yollarını öğrenmelidir! Hangi yaşta olursa olsun, kadınların mutlaka bir erkekle birlikte olması gerektiği vaaz edilmektedir. Öyle ki, “bulduğu erkeği kaybetmemek için”, kadınların ezici çoğunluğu her türden aşağılanmaya, çok ağır saldırılara katlanmaktadır.

Pekçok kadının, dayak yedikten sonra yeniden kocasına-sevgilisine dönmesi, üstelik “benim yüzümden oldu”, “söylediklerim onu sinirlendirdi”, “beni sevdiği-kıskandığı için böyle yaptı” sözleriyle dayağı “hoşgörmesi” ve meşrulaştırması, sıradan kadının yaşadığı alıklaşmanın ve yozlaşmanın somut örneğidir.

 

Burjuvazinin kadınları mücadeleden koparmak için kullandığı bir başka yöntem ise, faşizmin ya da gericiliğin piyonu haline getirmektir. Burjuvazi, ideolojik bombardımanıyla kadınların bilinçlerini karartarak faşizmin ya da gericiliğin gönüllü savunucusu, hatta aktif militanı haline getirebilir. Özellikle devrim dalgasının düştüğü, mücadelenin geriye çekildiği ve etkisizleştiği dönemlerde, emekçi kadın kitlelerin, yığınlar halinde faşizmin ve gericiliğin pençesine düşmesinin örnekleri az değildir.

Bugün ülkemizde tarikat örgütlenmesinin önemli bir unsuru, kimisi eğitimli ev kadınlarıdır. Bunlar, ev toplantıları, mevlütler, okumalar vb ile, emekçi kadın kitleler içinde çok geniş bir örgütlenme ağına ulaşmış durumdadırlar. Türban karşıtı eylemler başta olmak üzere pekçok eylem, dinci-gericilik tarafından kuşatılmış kadınlar tarafından gerçekleştirilmektedir.

Faşizm bu işi çok daha sistemli yürütmektedir. Hitler Almanyası ve Mussolini İtalyası bunun çarpıcı örnekleriyle doludur. Almanya’da savaş sırasında eşini-oğlunu yitirmiş kadınların gösteriler yapması ve komünistlere saldırması; Şili’de Allende’ye karşı küçük-burjuva kadınların “tencere gösterileri” düzenlemesi ve Allende’ye yapılan darbeyi desteklemeleri; İtalya’da faşizme maddi destek vermek isteyen kadınların alyanslarını bile partiye teslim etmesi, hatta sadece Roma’da 250 bin alyansın toplanmış olması, faşizm tarafından kazanılan kadınların ne kadar tehlikeli olacağının göstergeleridir.

Kadın kitleleri kazanmak, devlet açısından toplumun çoğunluğunu (yarısını değil) kazanmak anlamına gelmektedir. Çünkü kadınlar, kararlı biçimde savundukları düşünceleri, en başta kendi ailelerine yaymak için son derece yoğun biçimde çalışırlar. Çocuklarının ve eşlerinin düşüncelerini değiştirmek, onlar için temel hedef durumundadır.

Geri bilinçli ve korkak bir kadın, direnişteki eşini ya da devrimci çocuğunu mücadeleden koparmak için, duygusal baskıdan tartışmaya kadar her tür yöntemi nasıl kullanıyorsa, faşizmin-gericiliğin piyonu-kadrosu olmuş bir kadın da, çocuğunu ve eşini yanına çekmek için tüm gücünü, bildiği bütün yöntemleri kullanacaktır. Üstelik bunu, kadını en fazla aşağılayan, küçümseyen, kadını yaşamdan silen, yokeden bir sistemin yaygınlaşması için yaptığının farkına bile varmadan…

Kadınların, kendilerine karşı en saldırgan olan, haklarını en fazla gaspeden dinci-gerici ya da faşist devletlere verdiği bu destek, burjuvazinin ideolojik bombardımanının göstergesidir. Burada bir şeyin altını çizmek gerekir. Bu bombardıman, en fazla küçük-burjuva ve burjuva kadınlarda etkili olmaktadır. Faşizmin kitle tabanı küçük burjuvazidir ve küçük-burjuva kadınlar bu propagandadan etkilenmeye daha müsaittir.

İşçi kadınlar için ise; her zaman söylediğimiz gibi, aslolan sorunları “kadın” olmaktan önce “işçi” olmaktır. Sınıfsal bilinçleri çok geri olsa bile, ya içgüdüsel olarak ya da doğrudan yaşamlarını belirleyen sınıfsal sorunlar nedeniyle, faşizmin uygulamalarına karşı daha mesafelidirler. Hatta faşist ülkelerde ilk direnişler, işçi kadınların eylemleriyle başlamıştır.

 

Feminizm de burjuvazinin ideolojik saldırı yöntemlerindendir. Burjuvazi emekçi kadınların bilinçlenmesini, kadın sorununun gerçek nedenlerini görmesini engellemek için feminizmi teşvik etmektedir. Çünkü feminizm için, hedef burjuvazi, kapitalizm ya da bir bütün olarak sömürücü toplumsal sistemler değil; “erkek”tir. Bu nedenle, fenimizmin eylemleri, kapitalizme karşı değil, “erkeğe” karşı gerçekleşir.

Kadın sorununa sınıfsal yaklaşımın özünde, kapitalizme karşı kadınla erkeğin birlikte mücadelesi vardır. Bu mücadelenin içinde kadın, çok yönlü bir gelişim sağlar. Öncelikle sınıfsal sömürünün özünü ve kadın sorununun nereden kaynaklandığını, kendisinin neden ezildiğini öğrenir, kavrar. Bu sömürü ve ezilmişlik, onun özgüvenini de yoketmiştir, bu mücadelenin içinde özgüvenini yeniden kazanır. Dahası, işçi erkeğin kendisine düşman değil, mücadelede omuz omuza yürüyeceği kavga yoldaşı olduğunu, pratiğin içinde öğrenir. İşçi-emekçi kadın, sınıfsal mücadele içinde piştikçe, işçi-emekçi erkekle giderek daha fazla eşitliği yaşamaya başlar.

Emekçi erkek için de aynı süreç işler. Kendisiyle birlikte mücadele eden kadının, “cahil”, “eksik-etek” olmadığını görür, yaşar, öğrenir. Kendisiyle aynı koşullarda polisle çatışan, grev çadırında kalan, yollarda yürüyen kadına saygısı artar; emekçi kadına değer vermeyi, dikkate almayı ve eşitliği, mücadelenin içinde öğrenir. Ortak mücadele, kadınla erkeğin birlikte dönüşmesini, sorunları birlikte göğüslemeyi öğrenmesini, kendiliğinden de olsa sınıf bilincini birlikte kazanmasını sağlar; paylaşmayı, dayanışmayı, birbirine sahip çıkmayı öğretir. Mücadele yükseldikçe, kadın da erkek de, birbirleriyle kurdukları ilişkiler de farklılaşır.

İnsanların yaşamlarındaki kötülükler, sorunlar, eksiklikler ve her türden sıkıntılar için, yönelecekleri bir hedefe, saldıracakları-savaşacakları bir unsura ihtiyaçları vardır. Sorunlar nedeniyle biriken öfkenin boşalacağı bir alan zorunludur. Komünist ve devrimciler, bu hedefin burjuvazi ve sınıflı toplum olduğunu net biçimde gösterir ve ona karşı mücadelenin zorunluluğunu anlatır. Sıradan erkekler bu hedefe, evindeki çaresiz kadını çakar; tüm öfkesini, kadına yönelik şiddeti artırarak boşaltır. Feministler ise sıradan erkeklerin bilinçsizce yaptığının tersini, üstelik de bilinçli olarak yapmaktadır; hedefe erkekleri çakmakta, kadının yaşadığı tüm baskı, şiddet ve her türden sorunun nedeninin erkek olduğunu anlatmaktadır.

Feminizm, en başta kadın ile erkeği ayrıştırarak araya bir kama sokmaktadır. Burjuvazinin işçi ve emekçilere dönük “böl-parçala-yönet” politikasının cins alanına uygulanmasıdır bu. Kadın emekçi ile erkek emekçinin ayrı saflarda ve hatta birbirinin karşısında olduğunu iddia etmektir. Bunun iki doğal sonucu vardır. Birincisi, eylem çizgilerini sadece kadınların “erkeklerden” kaynaklanan sorunları ile sınırlı tutmaktır. Feminist eylemlerinin, kadına yönelik şiddet ve tecavüz, hükümetin doğum politikaları vb. ile sınırlı olmasının nedeni budur. İkinci sonuç ise, erkekleri eylemlerden dışlamak, kovmak ve hatta eylem alanındaki erkek gazetecilere, erkek simitçilere bile saldırmaktır. (En son 2012 yılında feminist platformun Kadıköy’de gerçekleştirdiği mitingde yaşandığı gibi.)

Feministlerin “eğitim” tarzında, kadınlar sürekli erkeklere karşı düşmanlaştırılmakta, günlük jargonda bile erkekler sürekli hedefe çakılmakta, kadınlar emekçi kimliklerinden, sınıfsal konumlarından uzaklaştırılarak sürekli cins kimliği öne çıkarılmaktadır.

Mesela liseli genç kızlara bile kadın denmesi, özünde “cinsiyetçi” bir bakış açısıdır. Doğadaki bitkilerin ve hayvanların isimleri bile yaş ve fiziksel gelişim unsuruna bağlı olarak tanımlanmaktadır (Kuzu-koyun, fidan-ağaç vb). Ama fiziksel-biyolojik gelişimin bir evresini ifade eden “kız” kavramı, feministlerin literatüründen tümüyle çıkartılarak, yerine, her yaş grubu için “kadın” kavramı konulmuştur. Yakında “ilkokullu kadınlar” ifadesini duymak şaşırtıcı olmayacaktır.

Mesela, eşitlikten, erkeklerle birlikte mücadeleden, kadın sorununa sınıfsal yaklaşımdan sözetmek “erkekleştirmek” olarak tanımlanmaktadır. Üstelik her türden sınıfsal nitelikten yoksun olarak “kadın olmak” en önemli unsur olarak sunulmaktadır. Geçmişte “Tansu Çiller de kadın ama Kürt halkına en büyük saldırılar onun döneminde gerçekleşti” dediğimizde, “ama o erkekleşmiş” diyenler, bugün “erkek” olmayı, “egemen sınıf” olmak, “kadın” olmayı “ezilen sınıf” olmak biçiminde eşitlemiş durumdalar. Sistemli biçimde kavramlar sınıfsallıktan çıkarılmakta, herşeyin karşısına cinsel bir kavram konmaktadır. Oysa devrimciler ve komünistler, ne erkekleri “kadınlaştırmayı” ne de kadınları “erkekleştirmeyi” savunmaz. Cins kimlikleriyle değil, sınıfsal kimliklerle konuşur. Emekçi kadınla emekçi erkeği “devrimcileştirmeyi” savunur. Çünkü gerçekte sınıf olarak “egemen” olan, “burjuva kadın ve erkek”tir. Ezilen ise, “emekçi kadın ve erkek”tir.

emekci-kadinlar

Sınıfsal kavramların yerine cins kavramlarıyla konuşmak, zaten kendi başına bile mücadelenin sınıfsal özünü karartan bir unsurdur. Zaten burjuvazinin hedefi de, kitlelerin sınıfsal mücadeleden uzaklaşıp farklı “uğraşlar” bulmasını sağlamak, öfkelerini boşaltacakları düzeniçi kanallar yaratmaktır.

Bu durum, burjuvazi için son derece güvenli bir alandır. Öyle ya, kadın ve erkek emekçiler birlikte, mesela asgari ücretin yükseltilmesi için mücadele ettiklerinde, ya da sendikal haklarının gaspedilmemesi için mücadele ettiklerinde, burjuvazi için ciddi bir tehdide dönüşürler.

Onun yerine, şiddete karşı tencere-düdük eylemleri, mücadeleci özünden soyundurulmuş ve polislerin çiçek verdiği 8 Mart kutlamaları, tam da burjuvazinin istediği şeydir. Bu eylemlerde kadınlar “erkek” şiddetine olan öfkelerini boşaltmakta, sonra evlerine geri dönmektedir. Burjuvazi ise sırça saraylarında güven içindedir. Feminizm, bunu başarmaktadır.

“Sosyalist feministler” kendilerinin sınıfsal baktığını, feministlerle aynı düşünmediklerini, sadece “kadın”ların değil, “emekçi kadın”ların sorunlarını ele aldıklarını söyler. Ancak burjuva ideolojik argümanlarını kendilerine isim olarak seçmeleri (başına “sosyalist” eklenmiş olsa bile sonuçta “feminist” ismini kullanmaları) mücadele alanında ise “sosyalistler”le değil, “feministler”le birlikte hareket etmeleri, 8 Mart tartışmalarında feministlere daha yakın olduklarını söylemeleri, durdukları yeri asıl gösteren unsurlardır.

* * *

Devrimci mücadelenin bir parçası olarak kadın sorununun, komünist partiler ve Komüntern tarafından sahiplenildiği ilk dönemlerde, kadınların ayrı eylemler yapması, ayrı kurultaylar-kongreler toplaması daha olağan bir durumdu. Sokağa çıkmada, kendine güvenmede zayıflıkları olan kadınların güçlenmeleri, tecrübe kazanmaları ve kendilerini ifade etmeleri için böyle bir yöntem bulunmuştu.

Ancak komünist hareketin hiçbir evresinde, kadınların ayrı bir örgütlenme kurması, ayrı bir mücadele hattı çizmesi sözkonusu olmadı. Tam tersine, “devrim ordusunun yarısı” olarak, devrim ordusunun erkek yarısı ile birlikte örgütlenmeye ve mücadele etmeye zorunlu olduğunun farkında oldu.

Clara Zetkin, bunu çok somut olarak şöyle ifade etmişti:

“Kadın sorunu, büyük toplumsal sorunun yalnızca bir parçasıdır ve ancak proletarya, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin bütün sömürülenlerin ve ezilenlerin ortak mücadelesi içinde kapitalizmi parçaladığında ve komünizmi inşa ettiğinde bu büyük sorunla birlikte çözülebilir.” (Kadın Sorunu Üzerine, Marks-Engels-Lenin-Stalin-Komüntern-Clara Zetkin, İnter Y, sf. 282)

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …