“Doğal afet”, büyük oranda veya tamamen insanların kontrolü dışında gerçekleşen, mal ve can kaybına neden olabilen, büyük ölçekli tehlike ve olay olarak tanımlanıyor. Evet, “doğal afet” denilen olaylar insandan bağımsız olarak gerçekleşir, ancak tanımdan da anlaşılacağı üzere “afet” denilen olaylar, insan merkezli ele alınır. Temel olarak insanları, insanlar arasındaki ilişkileri etkiler.
Diyebiliriz ki, yaşadığımız çağda “doğal afet” diye bir şey yoktur; doğanın tahribatıyla yaratılan büyük yıkımlar vardır. Kapitalist üretim düzeninde insan ve doğa arasındaki karşılıklı etkileşim yıkıcı bir hal almıştır çünkü. Sermaye kendisini büyütebilmek için amansızca doğayı sömürür, verimli tarım alanlarına sanayi bölgeleri inşa eder, bu sanayi bölgelerinin etrafına malzemeden çalarak dayanıksız ama hızlı inşa edilebilen yerleşim yerleri kurar, bu yerleşim yerlerini taşıyamayacağı oranlarda nüfusa boğar ve katliamlara davetiye çıkarır. Doğanın yenilenmesine fırsat vermez, gözünü kan bürümüşçesine daha fazla ne kadar kazanabileceğini hesaplar. İhtiyaca yönelik üretim gerçekleştirmez, sermayenin tek düşündüğü kardır.
Yaşadığımız depremden sonra da sermayenin ve devletinin tutumunu açıkça gördük. Halk seferber olmuş sağlanabilecek dayanışmanın en üst düzeyini gerçekleştirirken, devlet hiçbir şey yapmadı. Dahası yapılan yardımları engellemeye çalıştı, depremzedelere saldırdı, cihatçı çeteler yoluyla yağmalar gerçekleştirdi, insanların en temel yaşamsal maddelere ulaşımını engelledi, bu maddeleri insanlara sattı, depremin etkilediği kentleri boşaltmak ve rant sağlamak için elinden geleni yaptı. Halkın değil sermayenin devleti olduğunu bir kez daha gözümüze soktu.
Birkaç günün ardından patronların saldırıları başladı. Depremzedelerle dayanışmaya giden insanları işten çıkardılar; depremzedeleri, ailesini kaybetmiş, kalacak yeri olmayan insanları çalışmaya zorladılar. Üretim devam edebilsin diye, insanları fabrikalara kapattılar. “İnsaniyet” namına en ufak bir duyguları olmadığını, sınıflarına uygun davrandıklarını gösterdiler.
Katliamı ve bu katliamı yaratan sermaye sınıfını ve kullandığı devlet aygıtını ne kadar anlatsak azdır, ancak öncelikli konumuz insanlarımızdır. Yaralarımızı nasıl saracağız, bu zor günleri nasıl atlatacağız, hayatımıza nasıl devam edeceğiz… Bunlar üzerine düşünmemiz gerekiyor.
Depremin üzerinden 2 ayı aşkın zaman geçmesine rağmen hala görüyoruz ki, depremden etkilenen insanlarımız en temel ihtiyaçlara ulaşmakta zorluk yaşıyor. Devletin gündem değiştirme yöntemleriyle dayanışma da giderek azalıyor. Dayanışma ilk aşamada çok önemlidir, temel ihtiyaçların karşılanmasını sağlar, ancak giderek azalması, bir yanıyla da kaçınılmazdır. Dayanışmanın devamı mücadelenin yükselmesi ile gerçekleşir. Mücadele etmeden devlet bize hiçbir şey vermez, bizim olanı da elimizden almaya kalkar.
Mücadele etmediğimiz takdirde devlet bize iki yol sunuyor: Ya benim sana layık gördüğüm koşullarda yaşa (ki bu koşullar en temel insani ihtiyaçları bile içermiyor) ya da çek git!..
Kimse büyüdüğü, yaşadığı yeri, evini terk etmek istemiyor, ama buralarda bir yaşam imkanı da sunulmuyor. Kadınların iş yükü daha da artıyor ve çocuklar katliamın yıkıcı etkilerini üzerlerinden atamıyorlar, kaygıları giderek artıyor. Pandemiden beri sürekli sekteye uğrayan eğitim hayatı yine ulaşılamaz bir hedef olarak önümüzde duruyor. Oysa çocukların bu kaygıyı atlatmaları için ilk yapılması gereken, çocukları çadır yaşamından uzaklaştırıp dersleri ve arkadaşlarıyla meşgul etmektir. Çocuklar kaygılarını oyuna dönüştürerek atlatırlar, belki yaşadıklarını hiçbir zaman unutamazlar, ama yıkıcı etkilerini üzerlerinden atabilirler.
Başka bir şehre taşınmak, bir diğer seçenek olarak sunuluyor. İlk aşamada başka şehirlerde yaşayan akrabaları olanlar onların yanlarına gittiler, ancak bu da bir çözüm olmuyor. Evini, yaşamını geride bıraktığı için özlem ve pişmanlık duyguları ağır basıyor, yeni bir şehre, yeni bir ortama adaptasyon sorunu yaşanıyor. Adaptasyon sorunu özellikle çocuklarda görülüyor.
İstanbul’a akrabalarının yanına gelen bir aileyle ve çocuklarıyla iletişim kurma fırsatım oldu. Bir özel okul, depremzede çocuklar için kontenjan açmış ve çocuklar o okula devam ediyorlar. Çocuklar okuldaki herkesin onlara çok iyi davrandığından bahsediyorlar, ama bunun nedenini de çok iyi kavrayabiliyorlar: “Biz depremi yaşadık, biz onlar gibi değiliz, o yüzden iyi davranıyorlar, bize acıyorlar” diyebiliyor 12 yaşında bir çocuk. Özel okuldaki çocukların seviyesinde olmadığını da ekliyor: “Derslerde zorlanıyorum, özellikle İngilizce dersinde onlarla aynı seviyede değilim.” Bu sözler, devletin yarattığı fırsat eşitsizliğini tokat gibi yüzümüze çarpıyor.
Peki nasıl yaralarımızı saracağız, bundan sonra ne yapacağız?
Devlet hayatın kısa zamanda normale dönmemesi için elinden geleni yapacaktır. Normalleşme biraz olsun sağlandığında ciddi bir öfkeyle karşılaşacağının bilincinde olarak, her şeyi geciktirmeye çalışacaktır. Bizim ise yaşadığımız acılardan doğan öfkemizi eyleme dönüştürmemiz, sorumlulardan hesap sormamız gerekiyor. Bu acılar sermaye sınıfından ve devlet aygıtından hesap soracak bir silaha dönüşmedikçe bizi yiyip bitirir.
Yaşadığımız acıların ve bundan dolayı oluşan psikolojik sorunların tamamının sorumlusu kapitalist sömürü düzenidir. Kapitalist sömürü düzeni altında iyi olmanın tek koşulu, mücadele ederek kendimizi ve düzeni değiştirmektir. Sermaye düzeninin kalıplarıyla düşünmemek, kapitalist boyunduruktan çıkmaktır. Bize bu acıları yaşatanlar bellidir; onlar var olduğu sürece bizim insan onuruna yakışır bir şekilde yaşamamız mümkün değildir. Şair Enver Gökçe’nin dediği gibi: Onlar yoksul eti yerler ve içtikleri kandır!
PDD okuru