Sınıf mücadelesinde KADININ GÜCÜ

Asırlara yaslanmış bir baskı, asırlardan gelen bir ezilme ve sömürülme ile en ağır, aşağılayıcı, hiçleştirici tavırlar, sözler layık görülmüş kadına. Koca, baba ya da abi; her zaman bir erkeğin denetiminde ve emrinde yaşamış. Kocasına “bey”, “efendi” demek zorunda kalmış; adı “kaşık düşmanı”, “eksik etek”, “saçı uzun, aklı kısa” olmuş. “Sırtından sopayı, karnından sıpayı…” denmiş…

Tarlada, fabrikada en ağır koşullarda çalışmış, üstelik ağanın, patronun taciziyle karşılaşmış. Kriz dönemlerinde ise, ilk işten çıkarılan o olmuş.

Ama bir kere vardı mıydı özgürlüğün tadına, inandı mıydı haklılığına; en önde, en kahramanca dövüşmüş, destanlar yazmış tarihe kazılan…

Onlar, emekçi ordusunun yarısı… Onların yeralmadığı hiçbir mücadele başarıya ulaşmaz; hiçbir devrim gerçekleşmez… Onlar olmadan hayat olmaz…

 

“Ezelden beri böyle…” miydi?

“Kadının ve işçinin konumunda ne kadar benzerlikler bulunsa da kadın, işçiden bir noktada ileridedir. Kadın köleleşen ilk insani yaratıktır. Kadın köle var olmadan önce köle olmuştur.” diyor Agust Bebel, “Kadın ve Sosyalizm” adlı kitabında.

Tarihte kadının özgür olduğu tek toplum biçimi, ilkel komünal toplumdur. İlkel toplumdaki anaerkil aile sistemi, kadınla erkek arasında tam bir eşitlik ve ortaklık oluşturmuştur. Sınıfların ve sömürünün olmadığı üretim ilişkileri, aile ve hukuk yapısını buna göre şekillendirir. Kadın ve erkek, birlikte üretir, birlikte karar alır, birlikte yaşarlar. Yemek aynı yerde yenir, çocukların bakımından bütün kabile üyeleri sorumludur. Özel mülkiyet yoktur. Hatta bugün kadını aşağılamak ve küçümsemek için en çok kullanılan “kadınlar zayıf ve güçsüzdür” demagojilerini boşa çıkartırcasına, ilkel komünal toplumda kadın ve erkek fiziksel olarak da denk durumundadır.

“İlk çağda, genel olarak kadın ile erkek arasındaki fiziksel farklılıklar, bizim toplumumuzda olduğundan daha azdı… Güney Afrika’daki Aşanti’lerin ve Kral Dahome’nin cesaret ve yırtıcılıkta öne çıkan kadın orduları da bunu kanıtlıyor. Kongo’da Andobieler arasında kadınlar ağır işte çalışmak ve ağır yük taşımak zorundadırlar. Ancak çok mutlu bir yaşam sürüyorlar. Çoğunlukla erkeklerden daha güçlüler, daha iyi gelişmişler ve genellikle neredeyse harika denebilecek bir endama sahiptirler.” (Bebel, Kadın ve Sosyalizm)

Özel mülkiyet ve miras kavramlarının ortaya çıkışı, analık hukukundan babalık hukukuna, aynı zamanda komünal sistemden köleci topluma geçişi ifade eder. Sınıfların ortaya çıkışıyla birlikte, kadın üzerindeki çifte sömürü de başlamıştır. Kadın artık ezilen sınıfın ezilen cinsidir.

Elbette kadınlar, bu sosyal ve sınıfsal değişime, şiddetli direnişlerle karşı koydular. Ancak hiçbir direniş, tarihin bu aşamasından geriye dönüşü gerçekleştirmez. Artık kadınların kurtuluşu için geriye, ilkel komünal topluma değil; çok ileriye, sosyalist topluma, ardından sınıfsız-komünist topluma ulaşmak zorunlu hale gelmiştir.

Sosyalizm, kadın-erkek eşitliğinin önünü açan bir sistem olarak kadınlara kurtuluşun yolunu göstermiştir. 72 günlük kısa ömründe Paris Komünü, kadınların eğitim ve seçme-seçilme hakkı gibi en temel taleplerini karşılar. 1917 Ekim Devrimi sonrasında kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde, kadınlar en demokratik burjuva devletten çok ilerisinde hakları elde ederler.

Kadınların tam hak eşitliği, ancak sınıfsız-sömürüsüz bir toplum olan komünizmle gerçekleşecektir. Diyalektiğin yasası işleyecek; yadsınan yadsınarak ilkel komünal toplumun çok ilerisinde yeni bir toplum kurulacak ve bozulan kadın-erkek eşitliği yeniden sağlanacaktır. Sosyalizm, bu yoldaki duraklardan biridir. Kesintisiz biçimde ilerleyerek sadece kadınların değil, insanlığın kurtuluşunu sağlayacaktır.

Bu yönüyle kadınların kurtuluşu ile insanlığın kurtuluşu, birbirine sıkıca bağlanmıştır. Kadın kurtulmadan insanlık düştüğü çukurdan, alçalmadan kurtulamaz.

Aristophanes’in ‘Kadınlar Meclisi’ adlı oyununun konusu şöyledir: “Eski Atina’da bir gün işler o kadar çığırından çıkmış, o kadar karışmış ki, nasıl düzelteceklerine karar vermek için meclisi toplantıya çağırmak zorunda kalırlar. Toplantıda, erkek kılığına girmiş bir kadın, yönetimi kadınlara devretmeyi önerir. Başka hiçbir çaresi kalmamış olan meclis, bunu kabul eder. Kadınlar yönetimi ellerine aldıkları ilk gün komünizmi uygulamaya başlarlar.”

Aristophanes, ilkel komünal toplumu incelemiş midir bilmiyoruz. Ama bir “komedi” şeklinde de olsa, tarihsel bir gerçeğe parmak basmıştır.

 

Ezilenlerin ezileni: Emekçi kadın

“Ezilenlerin en ezilenidir” kadın. Yalnızca cins olarak değil, ezilen sınıfın da en çok baskı göreni, en çok aşağılanıdır.

İşgücü sömürüsünün yoğunlaşması, kadını giderek daha fazla fabrikalara çeker, işçileştirir. Fakat ücretli kölelik düzeninde onun payına düşen iki kere sömürüdür.

Burjuva feodal ataerkil ve dinci-gerici kültürün ezici etkileri, onun üzerinde ek bir baskı oluşturmuştur. Gelenek ve göreneklerin kıskacı ile duygu ve düşünceleri hapsedilmiştir. Kendi potansiyeli ile yapabileceklerini görmesi için hiçbir koşul oluşmamış, aksine, tüm kapılar kapalı tutulmuştur. Tekdüze ve yıpratıcı ev işlerinin alıklaştırıcı etkisi, onu ücretsiz bir ev kölesine çevirmiştir. Yüzyılların getirdiği başeğme ve kabullenme geleneği, yaşadığı tüm olumsuzlukları doğal görmeye, çoğu kez durumunu savunmaya itmiştir. Davranış ve düşünce biçimleri bu psikolojiyle şekillenmiştir çünkü. Ayrıca düzenin tüm propaganda araçları ile (aptallaştıran diziler ve tüketim çılgınlığını amaçlayan reklamlar vb.) ufku daraltılmıştır.

Tüm bunlarla birlikte kapitalizmin kadın emeğini sanayiye çekmesi; evinden çıkarıp sınıf kardeşleri olan erkek işçilerle yan yana getirmesi, onun önüne yepyeni bir sosyal yaşam serer. Ancak burada da kadını bekleyen daha ağır çalışma koşulları ve daha fazla sömürüdür.

Kadın işçi, erkek işçilere göre çok daha fazla ezilir. Çünkü kapitalizm onu yedek ve ucuz işgücü olarak görür. Çoğu kez aynı işkolunda aynı işi yaptıkları halde, erkek işçilere göre çok daha az ücret alırlar. Ya da genellikle vasıfsız ve eğitimsiz işgücüne sahip olduklarından geçici ve mevsimlik işlerde, ağır koşullar altında ve çok düşük ücretle çalıştırılırlar. Ve çoğu sigortasız, güvencesizdir. Bunların bir sonucu olarak, sınıfın en örgütsüz kesimi kadınlardır. İşçi kıyımlarında ise, ilk akla gelen kadın işçiler olur. Kriz dönemleri, bunun zirve yaptığı dönemlerdir.

Yanısıra işçi-emekçi kadın da burjuva yoz kültürle kuşatılmıştır. Günün modasına uygun giyinmesi, popüler kültüre ayak uydurması istenir ve teşvik edilir. Ayrıca fuhuş, faşizmin diğer “F”leri gibi, emekçileri bekleyen bataklıktır. “Fuhuş, burjuva toplumu için aynı polis, düzenli ordu, kilise, işverenler gibi sosyal bir kurum”dur der Bebel. Ne yazık ki, işçi kadınlar arasında fuhuş yaygındır. Patronlar genellikle fabrikasını haremi gibi kullanır. Çoğu kez, işten atılma korkusu ya da evde aç bekleyenlere bir şeyler götürme çabası; kimi zaman bu çileli yaşamın bıktırıcılığından kurtulmak ve maddi açıdan rahatlamak isteği ve tabi ki, ahlaki yozlaşmanın, değer yargılarındaki çürümenin bir sonucu olarak kadın işçiler, bu bataklığa sürüklenir.

Sömürü çarkları, burjuvazinin ‘can simidi’ olarak kullanmaya çalıştığı ‘kutsal aile’yi her gün biraz daha öğütmektedir. Kapitalizm doğası gereği çekirdek aileyi parçalamak ve aile üyelerini birbirine yabancılaştırmak zorundadır. Evde birbirlerini görebildikleri süre, son derece sınırlıdır. Zaten çocukların pek çoğu, erken yaşta bakımsızlıktan ölür.

Kadın ise, hamile kalmaya bile korkar. Çünkü işten atılabilir. Atılmazsa, doğumdan kısa bir süre sonra işe geri dönmek zorundadır. Bebek ve çocuk ölüm oranlarının her geçen yıl artması, şaşırtıcı değildir.

Ev kadınının durumu da çalışan kadından daha iyi değildir. Tüm yaşamı dört duvar arasına sıkışmıştır. Bütün gününü alan işlerin ise ömrü yoktur. Yemek, piştikten yarım saat sonra biter. Yıkadığı kirlenir. Yıllar boyunca aynı odayı siler süpürür, siler süpürür… Üstelik bir de işten yorgun gelen kocasının “zaten akşama kadar evde boş oturuyorsun” yakınmaları, kadının emeğini tümden hiçleştirir.

 

Kadın olmadan devrim olmaz

Kadınları kazanan sınıf, toplumsal hareket üzerinde önemli bir söz hakkı kazanır. Bunu sağlayan, kadınların sayısal olarak erkeklerden fazla olması değildir. Kadınların, toplumun şekillenmesi içinde oynadığı rol, ona daha özel bir misyon yüklemiştir.

Sınıfların ve sömürünün var olduğu toplumsal sistemlerde, kadının temel görevi, işgücünün yeniden üretimidir. Çocuğu doğurarak soyun devamını sağlar. Çocukların eğitimiyle ilgilenir. İşçiyi ertesi günkü çalışma için hazırlar. Gün içinde çalışarak yorulmuş ve enerjisini tüketmiş olan işçinin yemeğini yemesi, dinlenmesi, bütün ihtiyaçlarının karşılanması ve ertesi gün yenilenmiş, yeniden üretime katılmaya hazır halde işe dönmesi, kadın sayesinde gerçekleşir.

Toplumsal yaşam, evin dışında devam ederken, türün yeniden üretimi, işgücünün yeniden üretimi, eve ve kadına zincirlenmiştir. Üretimin toplumsallığı karşısında, kadına verilmiş özel bir görevdir bu. Toplumsal yaşam ve üretim ile kadının özel görevleri arasındaki bu parçalanma, kadının köleleştirilmesinin ve ezilmesinin nedenidir.

Bu nedenle burjuvazi onu kendi elinde ve hizmetinde tutmak için daha özel bir çaba gösterir. Burjuva propagandayla gericileşen, tutuculaşan, ya da yozlaşan kadın, çevresindekiler üzerinde oldukça etkili bir rol oynar. Devrimcileşen eşini ve çocuğunu geriye çeken, ayaklarına dolanan bir rol oynar.

Devrim saflarındaysa kadın, sömürücülerin korkulu rüyasıdır. Onu geriye çeken yanları, devrimin mayasıyla yoğrulduğunda, görkemli silahlara dönüşür. Çocuklarına düşkünlüğü, devletin terörüne meydan okumasına neden olur. Üzerine yürüyen panzerin önüne, göğsünü gerip geçebilir. Yaşamı boyunca azla yetinmeyi, özverili olmayı, başkaları için yaşamayı öğrenmiştir. Bu nedenle en zorlu koşullara kolay uyum sağlar. Sınıf savaşımının zorluklarına yenilmez, onu tüm benliği ile sahiplenir. Bütün yaşamında sabırlı olmayı öğrenmiştir. Bu nedenle inandığı kavgada küçük başarısızlıklar yılgınlığa kapılmasına neden olmaz.

Elbette kadın olarak edindiği kimi özelliklerin dezavantajları da vardır. Azla yetinmek gibi… Ancak mücadele içinde bu yönlerini de görecek, onlara karşı savaşması ve alt etmesi gerektiğini öğrenecektir.

Fakat kadının genel olarak özellikleri, kavgada daha kararlı, daha inançlı, daha militan durmasına neden olur. Kadınların kavgaya katılması, sadece kendilerini değil, ailelerini de etkileyen önemli bir dönüşümdür.

 

Amazon savaşçılarının kararlılığıyla…

Kadınları mücadeleye çekmek zordur. Ama bir defa kavgaya katıldılar mı, geriye dönmeleri çok daha zordur. Kadınlar mücadeleye atıldıklarında, sadece devletin baskısına karşı değil, ailenin ve toplumun baskısına karşı da direnmek zorunda kalırlar. Özgürleşmenin bedelini ağırdır. Fakat o güne kadar hiç yaşamadıkları bir eşitlik ortamı, yeteneklerinin ve becerilerinin farkına varılması, ufuklarının her an genişlemesi, onları sınıf kavgasının en önünde yeralan militanlara dönüştürür. Güneşin kavurucu sıcağında çatlayan toprağa dökülen bir suyu bir anda soğurması gibi, kadınlar dört elle sarılırlar kavgaya. Bu nedenle kadınlar savaşta daha kararlı, zorlu dönemlerde daha güçlü tavırlar koyarlar.

Dünyada sınıf mücadeleleri tarihinde kadın kahramanlar yaratmamış hiçbir büyük ve önemli bir hareket yoktur.

Arjantin’de Plaza de Mayo Anaları’nın eylemleri, faşist cuntaya karşı önemli bir tepki gösterme biçimiydi. 12 Eylül cezaevlerinde faşizmin diz çöktüremediği analarımız, çocuklarına en ağır bedelleri ödeyerek sahip çıkmış, cellatların korkulu rüyası haline gelmişti. Ağarmış saçları, bükülmüş belleriyle her cumartesi günü kayıplarını arayanlar, buradan devletin her türlü baskısına göğüs gerenler, yine analardı.

Amazon ormanlarındaki savaşçı kabilelerde kadınlar, daha rahat ok atabilmek için bir göğüslerini keserler.

Fransa’da iç savaşa önderlik eden Jan Dark, savaş bittikten sonra kilise tarafından yakılıp öldürülmüştür.

Yugoslavya halk ordusundaki yüzbin kadın savaşçı, devrimin köşe taşlarını erkek savaşçılarla birlikte örer. Bu kadınların dörtte biri savaş sırasında şehit düşer, 40 bini yaralanır.

İspanya’da antifaşist savaş sırasında Dolores İbarruri’nin “Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmek yeğdir. No passaran!” diyen sesi, bütün ülkeye yayılır, savaşçılara güç ve moral taşır.

Paris Komünü’nün ‘petrolcü kadınlar’ı, barikatların başında, göğün fethine kalkışanların gözüpekliği ile savaşırlar. Komün yenildiğinde, idam edilenlerin arasında 1051 kadın vardır. Ve bu kadınların 956’sı işçidir. Kadın komünarların yiğitliği karşısında hayranlığını ve takdirini gizleyemeyen Prusyalı bir gazeteci, “Fransız ordusu kadınlardan oluşsaydı, onları yenmek mümkün olamazdı” demiştir.

En ağır işkencelere yiğitçe direnen Filistinli Leyla Qasım; bedenini bombaya çevirip düşmana fırlatan Zilan; ezilen halkların özgürlük özleminin ifadesiydiler.

Nazi subayları tarafından19 yaşında asılan partizan Tanya; 12 Eylül işkencecilerine suskunluğunu çağıldayan 18 yaşındaki genç komünist Selma Aybal; “bizsiz olmaz bu işler” diyerek Gazi direnişine koşan Zeynep Poyraz, bir eylemde arkasından sıkılan kurşun sonrasında sessizce “vuruldum” diyen Nilgün Gök, evinde kuşatılmışken korkusuzluğuyla silahına zafer türküleri söyleten Sabahat Karataş; elinde patlayan bombayla güneşin çağrısına koşan Şengül Boran… Ve daha yüzlercesi, binlercesi…

Onlar, devrim ordumuzun kadın yarısı… Dünün köleleri, bugünün savaşçıları… Özgürlüğümüz, umudumuz, savaş gücümüz…

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …