Proleter kadın hareketi ve talepleri

kadin-isciler

1857 yılında, ABD’nin NewYork kentinde 40 bin dokuma işçisinin başlattığı grevde, çoğu kadın 129 işçinin yanarak ölmesi, proleter kadın hareketinin ilk önemli çıkışıdır. Ve sonrasında bu tarih, 1910 yılında Kopenhag’ta toplanan Sosyalist Kadınların İkinci Konferansı’nda 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak resmileşecektir.

Engels’in 1884’te yazdığı “Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı kitap, kadın sömürüsüne ve bunun sınıflı toplumlarla olan ilişkisine dair teorik bir temel oluşturmuştu. Benzer biçimde, Clara Zetkin, August Bebel gibi Alman komünistlerinin mücadelesi ve yayınladıkları eserleri, proleter kadın hareketini ileriye taşıdı. Hareketin talepleri ise, çalışma saatlerinin kısaltılması, eşit işe eşit ücret gibi, asıl olarak sınıfsal taleplerdi.

Kuşkusuz proleter kadın hareketi de, “kadın hakları” için mücadele yürütüyordu. Ancak bu hareket, feminist hareketle hiçbir biçimde birleşmedi. Çünkü işin özünde bir farklılık, ilkesel bir ayrım sözkonusuydu. Feminist hareket burjuva kadının talepleri uğruna ve burjuva erkeklere karşı mücadele ediyordu. Kendi mülkü üzerinde söz sahibi olma, erkeklerle eşit düzeyde yüksek öğrenim görme, politikaya atılma gibi talepler, mülk sahibi burjuva kadının talepleriydi. Proleter kadın ise, sınıfsal çıkarları için mücadele ediyordu; yanında proleter erkeklerle, yani sınıf kardeşleriyle birlikte, burjuva iktidarına karşı savaşıyordu. Proleter kadının talepleri, proleter erkeklerin talepleriyle örtüşüyordu, ancak burjuva kadınların talepleriyle buluşamıyordu. Bu nedenle, kavgada müttefiki burjuva-feminist kadınlar değil, proleter erkeklerdi.

“Kapitalist ülkelerde sermayenin ve özel mülkiyetin iktidarı sürdüğü müddetçe, kadının erkeğe bağımlılıktan kurtuluşu, ancak kendi mülkiyeti üzerinde tasarrufta bulunma ve erkekle eşit olarak çocukların kaderini tayin hakkına sahip olma hakkının ötesine geçemez. Parlamentarizmin hakimiyeti altında feministlerin, oy hakkını kadınları kapsayacak şekilde genişletme çabası, kadınların gerçek eşitliğe kavuşması sorununu, özellikle de mülksüz sınıfların kadınlarının gerçek eşitliğe kavuşması sorununu çözemez… Oy hakkı, kadının aileye ve topluma prangalanmasının asıl nedenlerini yıkamaz.” (Komünist Enternasyonal III. Kongresi-1921, aktaran Kadın Sorunu Üzerine, İnter Y. sf. 120-121)

Feminizmin “kadın hakları” mücadelesi, gerçekte burjuva kadının haklarının savunusuydu. Mesela, 19. yy.da “eğitim” hakkı için verilen mücadele başarıya ulaştığında, bundan ilk önce ve uzun bir zaman boyunca sadece burjuva kadınlar yararlanmıştı. Bugün de, “seçilme” hakkı, yine burjuva kadına ait bir haktır; tıpkı proleter erkek gibi, proleter kadın da, “seçilmek” için gereken maddi güce ve olanaklara sahip değildir.

Tam da bu nedenle, Fransız Devrimi’nin gerçekleştiği günden itibaren burjuvazinin ilerici konumunu kaybetmesi gibi, burjuva kadının kendisi için hak mücadelesi de ilerici konumunu kaybetmiştir; gerici, karşı-devrimci bir niteliğe bürünmüştür. Burjuva kadının ideolojisini temsil eden feminizm, o günden sonra karşı-devrimci bir akım olarak varlığını sürdürmüştür.

Bu nedenle Komünist Enternasyonal’in III. Kongresi, geniş kadın kitleleri içinde çalışma yürütülmesi konusunu işlerken, kadın komisyonlarının önüne “feminizme karşı mücadele” görevini de koymuştur.

 

Kadın işçilerin talepleri

Kadınların çalışma yaşamı içinde yer aldığı diğer alanlarda ve ev kadınları sözkonusu olduğunda, sınıfsal sömürü gerçeği kimi zaman perdelenebilir; ancak kadın işçi için bu, çıplak bir gerçektir.

İşçi kadınların kadın olmaktan kaynaklanan farklı sorunları elbette vardır ve bunlar oldukça önemlidir. Eşit işe eşit ücret en başta gelen taleptir mesela. Aynı işi yapmalarına rağmen kadınların daha düşük ücret alması, kadınların genel olarak “kocaya” ya da “aileye” göre tanımlanmasından, onun bağımsız bir varlık olduğunun kabul edilmemesinden kaynaklanmaktadır.

Kadın ve erkek işgücünün ücretinin farklı belirlenmesinin nedeni de buradadır zaten. Kapitalizmde ücret, “işgücünün yeniden üretimi için gereken miktar”a bağlı olarak belirlenmektedir. Bütün gün çalışan ve enerjisi biten erkeğin yemeğini hazırlayan, ihtiyaçlarını karşılayan karısının ve “yeni işgücü üretimi” için çocuk doğurulmasının masrafları da erkeğin ücretinin içinde hesaplanmaktadır.

Kapitalizm ihtiyaç duyduğu dönemlerde kadını da üretime katmak zorunda kalmıştır, ancak onunki “ikinci ücret” olduğu için, erkekten daha düşük olmuştur. Keza, kadının ve çocukların da çalıştığı koşullarda, bütün çalışanların gerçek ücretlerinde bir düşüş sözkonusudur. Marks, kadının ve çocukların da iş hayatına çekildiği koşullarda, herbirinin işgücünün değerinin düştüğünü şu sözlerle açıklar:

“İşgücünün değeri, yalnız yetişkin işçinin yaşamının devamı için gerekli çalışma zamanı ile değil, aynı zamanda ailesinin bakımı için gerekli olan çalışma zamanıyla da belirleniyordu. Makine, bu ailenin bütün üyelerini iş pazarına sürerek, yetişkin erkeğin iş gücünün değerini bütün ailesinin üzerine dağıtmıştır. Böylece, erkeğin işgücünün değerini düşürmüştür. Dört kişilik bir ailenin işgücünün satın alınması, belki de, eskiden yalnız aile reisinin işgücünün satın alınmasından daha pahalıya mal olabilir, ama buna karşılık şimdi bir günlük çalışmanın yerini dört günlük çalışma almış ve bir kişiye göre dört kişinin artı işinin fazlalığı oranında, fiyatında bir düşme olmuştur. Ailenin yaşayabilmesi için artık bu dört kişi yalnız çalışmış olmayacak, kapitalist için artı işi de çoğaltacaktır.” (Kapital, C. I, s. 380-381).

Kapitalizm, daha fazla işgücüne ihtiyaç duyulan dönemlerde, (üretimin arttığı ya da erkeklerin cepheye gittiği savaş koşullarında) daha geniş kadın ve çocuk kitlesini fabrikalara-üretime çeker. Kriz dönemlerinde ilk önce onlar işten atılacaktır; ancak çalışırken de ücretleri erkek işçilerden düşük olmaya devam eder. Bu nedenle, kadın işçilerin öncelikli talebi, kendilerini erkek işçinin “karısı” ya da “ailesi” olarak tanımlamanın somutlanışı olan “düşük ücret”lere karşı mücadele etmek, “eşit işe eşit ücret” savunusunu yükseltmektir. uretmek-istiyorum

Mücadelenin güçlendiği dönemlerde, bu talep konusunda belli haklar elde edilmiştir. Mesela Türkiye’de 1950 yılında İş Yasası’nda değişiklik yapılarak, “eşit işe eşit ücret” yasası resmileşmiştir; ancak bu, hiçbir dönem uygulamaya geçmemiştir.

Kadın işçilerin ikinci önemli talebi, cinsiyetçi işbölümüne son verilmesidir. Ancak bu aşamalı ve uzun vadede tamamlanabilecek bir taleptir. Bazı işkollarında hızla gerçekleştirilebilirken, bazı işkollarında gerçekleşmesi, önemli toplumsal dönüşümlerle sözkonusu olabilecektir.

Demokratik devrimin programında “kadın işçilerin biyolojik yapısına uygun olmayan-zarar veren işlerde çalıştırılmamaları ve kadınların genel olarak gece çalıştırılmamaları” vardır ve bu genel bir doğrudur. Ancak egemen sınıflar, bu genel doğrudan yola çıkarak, “kadın işi-erkek işi” ayrımını yapmakta, bunu yaşamın her alanında kadınlar üzerinde baskı kurmanın aracına çevirmektedirler.

Mesela geçmişte kadınların doktor olmasının önündeki en büyük engel bu yaklaşımdı; kadınlar hemşire, erkekler doktor olabiliyordu. Keza hosteslerin kadın, pilotların erkek olması da benzer bir durumdur. Öğretmenlik, hele de sınıf öğretmenliği asıl olarak kadınlar için tanımlanmış bir meslektir.

Yüzyıl önce, kadınların eğitim görüp siyaset, tıp, fen bilimleri gibi önemli alanlarda başarılı olabileceği reddediliyordu, sadece sanatsal konularda yol alabileceği söyleniyordu. Kadınların yaşamın her alanında kendilerine yer açması, Sovyetler Birliği başta olmak üzere devrimini yapmış ülkelerde büyük oranda gerçekleşti. Buralarda elde edilen başarılar ve ikinci emperyalist savaş sonrası yükselen devrimci mücadele, bu safsataları yerle bir etmiştir.

Ne var ki bugün, sosyalizmin dünya genelinde güç ve prestij kaybettiği koşullarda, giderek artan bir biçimde, kadınların matematik zekasının zayıf olduğu, ancak sosyal bilimlerde başarılı olabileceği yeniden piyasaya sürülüyor. Oysa bugüne dek kazanılmış haklar, geçmişin cinsiyetçi işbölümünü yerle bir etti. Kadınların da son derece başarılı mühendisler, doktorlar, astronotlar, bilişim uzmanları, pilotlar olabileceği ortaya çıktı. Sosyalist Sovyetler Birliği örneği, kadınların tarımda traktör kullanımından uzay araştırmalarına kadar her alanda öne atılarak büyük başarılar elde ettiklerini göstermiştir.

Sosyalizmde kadın-erkek tüm işçilerin can güvenliği her şeyin üzerindedir. Çalışma koşullarını “insanca” düzeye çekerek, “kadınların yapamayacağı iş” kavramını giderek ortadan kaldırır. Çünkü cinsiyete dayalı işbölümü, kadınlara dönük sömürünün temel noktalarından biridir.

Kadın işçilerin üçüncü talebi “kreş hakkı” olarak tanımlanmıştır. Çocuk bakımı, kadının çalışmasının önündeki en büyük engeldir. Birçok anne, çocuğunu bırakacağı bir yakını olmadığı ya da kreş ücretleri çok pahalı geldiği için işten ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle kreş hakkı, kadının özgürleşmesi için yaşamsal bir taleptir.

Bugüne kadar bu konuda atılan adımlar son derece sınırlıdır. Mesela Türkiye’de 1943 yılında, İstanbul’da İş Yasası kapsamında 46 bin 538 kadın işçi bulunmaktadır, ama sadece 18 kreş açılmıştır. 1960 yılında ise, tüm ülkede, 33 emzirme odası, 32 kreş vardır. Bugün yasalara göre, 150 kadın çalıştıran işyerlerinin kreş açma zorunluluğu bulunmaktadır. Ancak ne Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın resmi verilerinde, ne TİSK’in (Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu) açıklamalarında, kreşlerle ilgili tek bir cümle geçmez. Birçok işyeri, alt taşeron uygulamalarıyla kadın işçi sayısını 150’nin altında tutarak bu yükümlülükten kurtulmaktadır. Birçok işyeri ise, doğrudan yasayı ihlal ederek kreş açmamakta, kimse de bu konuda hesap sormadığı için pervasızca davranılmaktadır.

Benzer bir durum doğum izni için de geçerlidir. Türkiye, doğum izni başta olmak üzere “analık hakları” ile ilgili birçok uluslararası sözleşmeyi imzalamış durumdadır. Ancak “bu hakların kullanılması durumunda işten çıkarmanın sözkonusu olmayacağı” yönünde bir ibarenin bulunmaması, “mevzuat boşluğu” doğurmaktadır; ve bu sözleşmelerin hiçbir hükmü kalmamaktadır.

 

Kadın-erkek elele

mücadeleye

İşçi sınıfının parçalanmaya değil, birleşmeye ihtiyacı vardır. Hem de her konuda, her talep üzerinden, sınıfa dönük her saldırıya karşı.

Yukarıda kadın işçilerin öncelikli talepleri olarak saydığımız, “eşit işe eşit ücret”, “kreş” gibi doğrudan kadınları ilgilendirdiği düşünülen talepler bile, salt kadın işçilerin değil, erkek işçiler de dahil olmak üzere tüm proletaryanın talepleri olmalı, erkek işçilerle birlikte bu taleplerin mücadelesi verilmelidir. Çünkü bu talepler, erkek işçilerin de sahiplenmesi gereken, onların çıkarlarına da hizmet eden taleplerdir.

Mesela “kreş hakkı” kadın işçi sayısına bağlı olarak talep edildiğinde, patronlar, kadın işçi sayısını kotanın altında tutmayı hedeflemektedir. Üstelik “kreş hakkı” talebini kadın işçiye göre kodlamak, çocuğun bakım yükünün anneye yüklenmesi yönündeki geleneksel yaklaşımın sürdürülmesi anlamına gelmektedir. Doğru olan, fabrikadaki işçi sayısına göre kreş hakkı talep etmek; “baba”ların da çocuklarını kreşe bırakabilme hakkını savunmak, kreş için mücadeleyi tüm işçilerin sorununa dönüştürmektir.

Keza “eşit işe eşit ücret” talebi de, salt kadınlar tarafından yükseltildiğinde, kapitaliste erkek işçileri işten atma ya da erkek işçilerin de ücretini düşürme gibi manevra alanları yaratmakta, erkek işçileri kadın işçilerle karşı karşıya getirmektedir. Dahası, kadının düşük ücret alması, kadının erkeğe bağımlı olduğu bir toplumsal sistemi sürdürmektedir. Dolayısıyla, ücretlerin yükseltilmesi, çalışma saatlerinin düşürülmesi ve kadın-erkek işçilerin ücretlerinin eşitlenmesi, fabrikada çalışan tüm işçilerin mücadele talebi olmalıdır. Özellikle sendikalar, bu taleplerin zorunluluğu üzerinde durmalı, bu talepleri kadın işçilerle sınırlamayan bir mücadele hattı izlemelidirler.

Diğer yandan kadın işçilerin tek sorunu, kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarmış gibi ele alınması da doğru değildir. Bu feministlerin yaklaşımıdır. Sanki özelleştirmeye, taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya karşı mücadele erkek işçilerin göreviymiş; kadın işçiler sadece “kreş”, “eşit işe eşit ücret” gibi talepler üzerinden örgütlenip sokağa çıkabilirmiş gibi davranıyorlar.

Oysa sadece teori değil, yaşam da bunun tam tersini gösteriyor. Kadın işçiler de tıpkı erkek işçiler gibi, sınıfın genel sorunları karşısında harekete geçiyorlar, sınıfın genel sorunlarından etkilendikçe mücadeleye katılıyorlar. Dahası, sınıfın genel sorunları için harekete geçmeyen bir kadın işçi, kadın olmaktan kaynaklanan sorunları için mücadeleye girişmiyor. Ya da tersten ifade edecek olursak, bir kadın işçinin direnmesinde öncelikli talep, asla kadın olmaktan kaynaklanan sorunu ve talebi olmuyor. Mesela sigortasız çalışmaya karşı erkek işçilerle birlikte direnişe geçmeyen bir kadın işçi, doğum izninin artırılması için mücadele etmeyi aklından bile geçirmiyor.

Diğer taraftan, sınıfın genel olarak direnişinin yükseldiği dönemlerde, çalışma koşullarını rahatlacak, sosyal hakları genişletecek taleplerin arasında “kadın olmaktan kaynaklanan” talepler de öne sürülüyor ve direnişin gücüne bağlı olarak kabul ettirilebiliyor.

Burada “kadın işçiler içinde ayrıca çalışma yürütmek ve onları mücadeleye kazanmak için özel bir politika izlemek” ile, “kadın işçilerin ayrı bir yoldan gitmesini sağlamak, ayrı baş çekmeye zorlamak, genel talepleri bir kenara bırakarak her soruna ‘kadınca’ yaklaşmalarını dayatmak” arasındaki fark birbirine karıştırılıyor.

Doğru olan; kadın işçilerin de erkek işçilerin de sınıfsal bilinçlerini yükseltecek, birarada ve kolektif tarzda mücadele etmeye, tartışmaya ve direnmeye alışmalarını sağlamaktır.

Açık ki, sürekli kadın işçilerin sorunlarından sözederek sadece erkek işçileri değil, kadın işçileri de örgütleyemezsiniz; ama sürekli işçilerin sorunlarından sözederek hem kadın, hem de erkek işçileri örgütleyebilirsiniz.

Bugüne kadar erkek işçiler içinde son derece başarıyla çalışma yürüten kadın devrimciler olduğu gibi, kadın işçiler arasında örgütlenmede başarılı erkek devrimciler de vardır. Bu çalışmayı başarıyla yürütebilenler, genel olarak “cins” kimliklerini yoksayarak, doğrudan sınıf bilinciyle hareket eden devrimcilerdir.

* * *

Sınıfsal kimlik, proleter kimlik birleştiricidir. Cins kimliğinin öne çıkarılması, sınıfı da bölmekte, yabancılaştırmaktadır. Bu yanıyla kapitalizmin kadın ile erkeği birbirine yabancılaştırma, ayrıştırma, birbirinden çok farklı olduğunu anlatarak uzaklaştırma politikasından bağımsız değildir. Kapitalizm, kadın ile erkeğin sorunlarının, yapısal özelliklerinin ve yaşama bakışlarının farklı olduğunu, bu nedenle birbirini anlamakta bile zorlandıklarını yayar.

Oysa proletarya, kadın ya da erkek, sınıfsal sorunları birlikte yaşar; kapitalizmin saldırıları altında birlikte ezilir, patronlara karşı birlikte direnir.

Yapılması gereken şey, bu direnişte kadınları ayırmak değil, öne çıkmasını sağlamaktır. Pozitif ayrımcılıkla onu güçlendirmek, konuşmakta, hareket etmekte, görev almakta, daha inisiyatifli kılmak, özgüven eksikliğini gidermek, niteliklerini yükseltmektir.

“Cins bilinciyle” değil, proletaryanın onurlu “sınıfsal bilinciyle” donatmak, proletaryanın iradesini kuşanmasını sağlamaktır.

Ancak bunun başarıldığı durumlarda, proletaryanın direnişi de örgütlenmesi de çok daha güçlü ve sağlam olacaktır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …