Irak’taki işçi ve emekçiler, 1 Ekim tarihinden bu yana sokaklardalar. Irak halkını bölüp-parçalayarak yönetmeyi hedefleyen etnik-mezhepsel ayrımları ezip geçen bir biçimde; ekonomik taleplerle, yoksulluğa ve yolsuzluğa karşı protesto gösterileri düzenliyorlar. Devletin pervasızca saldırdığı bu gösterilerde ölenlerin sayısı 250’yi aştı, yaralılar ise binlerle ifade ediliyor. Ancak eylemler durmuyor, kitlelerin talepleri yükselmeye devam ediyor.
Etnik-mezhepsel değil, sınıfsal talepler
ABD 2003’te Irak’ı işgalinden bu yana, Irak halkını bölmek için özel bir politika uyguladı. İşgal öncesinde de Irak’ta, etnik ve mezhepsel baskılar yaşanıyordu. İşgal ile birlikte “işgalin işbirlikçileri” ve “işgal karşıtları” kavramları da etnik ve mezhepsel formlara bürününce, etnik-mezhepsel ayrımlar hızla derinleşti. Artık Irak ile ilgili herhangi bir konu, “Şiilerin ya da Sünnilerin ya da Kürtlerin” durumları üzerinden konuşulur oldu.
1 Ekim’de başlayan protestolarda ise, her etnik köken ve mezhepten kitlelerin, sınıfsal temeldeki sorunlarda ortaklaştığını bir kere daha kanıtladı. Kitleler işsizliği, yoksullaşmanın boyutunu, elektrik-su gibi temel kamusal hizmetlerin yetersizliğini, yönetici kademelerdeki devasa yolsuzlukları protesto eden sloganlarla sokaklara çıktılar. Ve hükümetin istifası talebini yükselttiler.
Bağdat’ta sokaktaki eylemlere katılan Iraklı bir gencin saldırgan polise karşı şu sözlerle isyan etmesi çarpıcıdır: “Biz Sadrcı değiliz, Sistanici değiliz, Sünni de değiliz, Şii de değiliz. Biz Iraklıyız. Yaşamak için günde ancak 8 dolar kazanabiliyorum. Bize neden ateş ediyorsun?”
Gösteriler ilk olarak Amara, Nasıriye ve Hilla kentlerinde başlamıştı. Polisin pervasızca saldırması, ölü sayısının hızla artması ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi, öfkenin büyümesine neden oldu. Saldırılar eylemleri durdurmak bir yana, ülkenin güneyindeki kentler başta olmak üzere hızla yayılmasını getirdi. Özellikle başkent Bağdat, eylemlerin merkezi oldu.
Pankartlar ve sloganlarda sağlık ve eğitim sistemindeki bozulma, işsizlik gibi temel ekonomik taleplerin yanısıra, İran’ın Irak üzerindeki etkisi ve ülke yönetimindeki mezhepçi paylaşım gibi unsurlar öne çıkıyor. Ve hızla “halk rejimin devrilmesini istiyor” sloganı yayılıyor. Bu slogan, 2011’de başlayan Arap Ayaklanmaları’nın da temel sloganıydı. Eylemciler “Biz işsizliği sona erdirecek, yoksulluğu bitirecek ve 2003’ten bu yana yapılan yolsuzlukları araştıracak bir hükümet istiyoruz” diyorlardı. Eylemler sırasında, güneydeki bazı kentlerde hükümet binaları ateşe verildi.
Eylemlerin kararlılığı ve yayılmaya devam etmesi üzerine, hükümet 6 ve 9 Ekim tarihlerinde açıklamalar yaparak geri adım atacağını ortaya koydu. Başbakan Adil Abdulmehdi, kabinede revizyona gideceğini duyurdu. Gösterilerde yaşanan polis saldırılarına dönük soruşturma açılması ve yolsuzluklarla mücadele başta olmak üzere çeşitli konularda reformlar yapılacağına dair sözler verdi. Ve hatta yaşanan can kayıpları nedeniyle “üzüntü duyduğunu”, yaralanan ve mağdur olanların uğradığı zararın tazmin edileceğini söyledi. Tutuklananların serbest bırakılacağını da açıkladı.
Ancak reform vaatleri bir aldatmacaydı; polis biber gazı ve plastik mermilerin yanısıra gerçek mermi de kullanmış, 250’den fazla insan bu gösteriler sırasında ölmüştü. Gerçek olan buydu. Bu nedenle protestolar kısa bir süreliğine azalmış olsa bile 25 Ekim’den itibaren yeniden ve daha güçlü olarak başladı. Ve hükümetin düşmesi, başbakanın istifa etmesi gibi talepler de konuşulmaya başlandı.
16 yıllık büyük yıkım
ABD’nin 2003 yılında başlattığı Irak savaşı ve işgali, bugün yaşanan ekonomik ve siyasi sorunların temel kaynağıdır. Irak’ı istediği gibi ele geçirmeyi, kontrol altına almayı başaramayan ABD, ekonomiyi talan etti, siyasal olarak da kolayca çözülmeyecek çoklu-karmaşık sorunlar oluşturdu.
“Güvenlik” bu sorunların başında geliyor. İşgalin başlamasının ardından bütün ülke bir savaş alanına döndü. Ülkenin dört bir yanında, kimi zaman halkın olduğu alanlarda, pazar yerlerinde patlayan bombalar; işgale karşı ABD askerlerine dönük yaşanan çatışmalar; IŞİD işgali başladıktan sonra Haşdi Şabi milisleri ile başlatılan savaş; Kürt bölgelerde bir taraftan IŞİD’e diğer taraftan Irak güçlerine karşı yaşanan direniş… Sonuçta başkent Bağdat’ta oluşturulan “Yeşil Bölge” dışında Irak’ın tamamına yakını savaşı doğrudan ve süreklileşmiş halde yaşadı, yaşıyor…
Siyasi krizler, bütün bu süre boyunca hiç bitmedi. Ülkede mezhepler arasında güç ve iktidar savaşları, her dönem büyük sorunlar yarattı. ABD, işgale başlarken asıl hedefi Sünni BAAS yönetimiydi. Ancak Irak’taki Sünni yönetimin yıkılması, İran’ın Irak’taki Şii yapılanmalara destek vermesi ile dengeler hızla değişti. 2007 yılına kadar Sünni örgütler ABD işgaline karşı direnirken, ülkede artan İran etkisine karşı 2007 yılında ABD ile bir anlaşma yaparak Şii yönetime karşı durmaya başladılar.
Anayasa ve hükümet tartışmaları 16 yıl boyunca hep bu iktidar savaşının etkisini taşıdı. Son olarak 2018 yılı Mayıs ayında yapılan seçimlerin ardından, aylar boyunca hükümet kurulamadı. Uzun süren çalkantılardan sonra Ekim 2018’de Abdulmehdi hükümeti göreve başlayabildi. Bunun sebebi, tüm güç odaklarının seçim sonuçlarını kendi lehine değiştirme ve hükümette daha etkin olma çabasıydı.
İşgalle birlikte kitleleri en derinden sarsan unsur ise, ekonominin çökmesi oldu.
Bir tarafta açlık ve yoksulluk, diğer tarafta dizginsiz yolsuzluk
Irak, dünyada en fazla doğalgaz rezervine sahip dördüncü ülke. Ancak Dünya Bankası’nın 2014 yılı verilerine göre, 40 milyonluk nüfusun neredeyse dörtte biri, günde 1,90 dolar gelirle (yaklaşık 11 TL) yaşamak zorunda. Nüfusun altıda biri açlık sınırının altında yaşıyor.
Ülkede resmi işsizlik oranı 2018’de yüzde 7,9’du. Genç işsizlik oranı ise yüzde 15 civarında. Elbette gerçek rakamlar bundan çok daha yüksek. Genç işsizlik oranının yüzde 40 civarında olduğu söyleniyor mesela. Irak nüfusunun yüzde 60’ının 25 yaşın altında olduğu düşünülürse, ülke genelinde işsizliğin devasa boyutlarda olduğunu gösterir. Üstelik Irak’ta “güvenlik sorunları ve ekonomik istikrarsızlık” gerekçesiyle, yakın zamanda 10 bin fabrika kapatıldı; 500 bin kişi daha işsizler ordusuna katıldı. Gençler işsizler, müthiş bir yoksulluğun girdabındalar, gelecek beklentileri yok ve kendilerini değersiz hissediyorlar. Bir ayı aşan gösterileri yaratan öfke patlamasının en temel nedeni bu.
Protestolar ilk başladığında, başbakan Abdulmehdi’nin “üniversite mezunlarına iş”, “Petrol Bakanlığı ve diğer devlet kurumlarında çalışanların en az yüzde 50’sinin Irak vatandaşı olması için kota koyulması” gibi vaatlerde bulunması, işsizliğin boyutlarını ortaya koyuyor.
Oysa Irak, petrol gelirleri ile refahı sağlayabilecek bir ülke. İMF raporuna göre, günlük 4,5 milyon varil petrol üretimi yapıyor; bunun 4 milyon varilini ihraç ediyor. Saddam döneminde bu rakamlar çok daha düşüktü. Petrol üretimi 2,1 milyon varildi ve ancak 1,2 milyon varilini ihraç edebiliyordu. O dönemde petrol 14-20 dolar arasındaydı; Saddam sonrasında 140 dolara kadar çıktı.
Bütün bu gelirlerin nereye gittiği ortada. Mezhepçi esasla göreve gelen bürokratların yolsuzlukları, ABD’li tekellerin sömürüsü, İran’ın payı derken, ülkenin bütün kaynakları yağmalanıyor. Irak halkına da, 50 dereceye ulaşan çöl sıcaklarında elektrik kesintileri; ülke ekonomisinin sınırlı alanlarında bile yabancılar çalıştırıldığı için devasa bir işsizlik; ülkenin altyapısına yatırım yapılmadığı için temel hizmetlere erişememe gibi, doğrudan can yakan sorunlar kalıyor.
Irak üzerinde İran-ABD savaşının etkileri
Protestoların asıl olarak Şii kentlerde yaşanıyor olması, Sünni nüfusun yoğun olduğu kentlerin sınırlı katılması, Kürt bölgesinin ise neredeyse tamamen dışında kalması, protestoların ABD tarafından İran karşıtı bir zeminde örgütlendiği yönündeki savları güçlendiriyor. Son gösterilerden birinde İran büyükelçiliğine saldırılması da, eylemcilerin İran’ı hedef aldığının somut göstergesi oldu.
Son dönemde İran’ın, Irak siyasetini etkileyen önemli hamleler yaptığını görmek zor değil. En başta IŞİD saldırısı sırasında Şii direniş örgütü olarak kurulan, İran’ın etkisi altındaki Haşd el Şaabi konusundaki tartışmalara bakmak gerekiyor. ABD, IŞİD’e karşı savaşın en önemli unsuru olan bu örgütün dağıtılmasını istiyor. İsrail de son aylarda ABD üslerinden kaldırdığı uçaklarla Haşd el Şaabi üslerini bombalıyor. Ancak onların bu zorlamaları Haşd el Şaabi’yi zayıflatmak yerine güçlendiriyor. IŞİD tehdidinin tamamen ortadan kalkmamış olması, Irak ordusunun da güçsüz olduğu koşullarda, Haşd el Şaabi’ye duyulan ihtiyaç sürüyor. Bu koşullarda Haşd el Şaabi’yi dağıtmak gibi bir ihtimal de kalmıyor.
Dahası, Haşd el Şaabi, güçlerine hava kuvvetleri unsurları da ekleme konusunda atağa geçmiş durumda. Yakın zamanda insansız hava araçları kullanmaya başlamak için bugünden girişimlerde bulunuyor. Yani dağıtılmak bir yana, Ortadoğu’da daha etkin bir silahlı güce dönüşmeye çalışıyor.
Aslında İran’ın asıl hedefi, Haşd el Şaabi’yi, İran’daki Devrim Muhafızları gibi ayrı bir silahlı güç olarak konumlandırmak. Irak ise, Irak ordusunun içinde eritilmesini istiyor. Ancak dışarıdan saldırılar, içeriden baskılar arttıkça, Haşd el Şaabi de İran’a yakınlaşıyor. Öyle ki, açıkça “İran’a bir saldırı olduğunda, Irak’taki ABD üslerini vururuz” tehdidini savuruyorlar. Aramco petrol tesislerine dönük saldırının ardından İran ile Suudi Arabistan gerginliği tırmandığında, Haşd el Şaabi de açık biçimde İran’ın yanında durduğunu göstermişti.
ABD’yi kızdıran bir başka İran hamlesi ise, Irak’ın önemli generallerinden Abdulvahap el Saadi’nin görevden alınması oldu. Saadi doğrudan ABD tarafından eğitilen ve Musul’da IŞİD’e karşı savaşta önemli roller oynayan bir generaldi. Onun geri bir göreve atanmasında İran’ın belirleyici olduğu düşünülüyor.
Yine bu dönemde Suriye-Irak arasındaki Kaim/ Ebu Kemal sınır kapısının açılması da ABD’nin kendisine “tehdit” olarak aldığı bir gelişme oldu. ABD iki yıldır bu kapının açılmasını engellemek için her şeyi yapmıştı. Bu sınır kapısı, Çin’in “Kuşak ve Yol Projesi”nin en önemli güzergahlarından birisi olan İran-Irak-Suriye koridorunu tamamlayan stratejik bir noktaydı. Sınır kapısının açılmasıyla, Çin’den İran üzerinden Akdeniz’e ulaşan çok önemli bir geçit oluşturulmuş oldu.
Bütün bunlara başbakan Abdulmehdi’nin Haşd el Şaabi’ye dönük İsrail saldırılarını kınayan açıklamalar yaptığını, S-400’ler konusunda Rusya ile görüştüğünü, Çin’in Irak’ta petrole yatırım yapmasını teşvik ettiğini, çok önemli bir elektrik santrali ihalesini Almanlara verdiğini eklemek gerekiyor.
Toplamda, yaşanan tüm gelişmeler, ABD’nin Irak üzerindeki etkisinin azaldığını ve bu koşullarda Irak’ı karıştırmak için her tür adımı atabileceğini gösteriyor.
İşin aslı, Irak halkının İran karşısındaki “duyguları” da buna uygun bir zemin yaratıyor. Şii lider Sadr, Irak üzerindeki İran etkisinden duyduğu hoşnutsuzluğu her biçimiyle göstermekle birlikte, IŞİD ve ABD’ye karşı mücadele konusunda İran yardımına ihtiyaç duyduğunu da gizlemiyor. Ancak son yıllarda giderek artan biçimde “Irak Iraklılarındır” sloganını yükseltiyor. Bu slogan, hem ABD işgaline, hem de İran etkisine karşı bir tepkiyi; yanısıra Irak içindeki etnik-mezhepçi ayrışmalardan rahatsızlığı ifade ediyor.
Ve bu slogan, son bir aydaki eylemlerde önemli bir yer tutuyor.
Belki de bu nedenle, eylemlere müdahale Irak’ın resmi güvenlik güçleri tarafından yapılıyor. Irak polisi ya da ordusu, eylemcilere saldırıyor, şiddet uyguluyor. Bir de kimin için çalıştığı belli olmayan keskin nişancılar. Ancak Haşd el Şaabi, eylemlere karışmıyor, müdahale etmiyor.
* * *
Bugün Irak’ta yaşanan eylemleri hangi emperyalist ya da egemen gücün yönlendirdiği ya da yararlanmaya çalıştığı çok önemli değildir. Eylemlerde 16 yıllık ABD işgali, 2014’ten bu yana IŞİD’in vahşi terörü ve İran’ın sömürme çabalarıyla, ekonomik-siyasi olarak yerle bir olan bir ülkede yaşamaya duyulan tepkiler yükseliyor. Bir partinin, bir siyasi gücün önderliği olmadan, işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluklardan bıkmış bir halkın kendiliğinden öfkesi patlıyor.
Tıpkı Arap Ayaklanmaları’nda olduğu gibi, sınıfsal sömürüye ve baskıya karşı kitlelerin başkaldırısı yaşanıyor. Şu ya da bu emperyalist, bu öfkeyi kullanmak, bu başkaldırıyı kendi siyasal hesaplarına manivela yapmak, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek isteyebilir. Belki bunu başarabilir de… Ancak bu durum, direnişin kitlelerin yaşamsal sorunlarından ve büyük öfkesinden kaynaklandığı gerçeğini değiştirmez.