Emperyalist savaşın ekonomi-politiği

arka-yazi

Giriş

Bugün başını ABD emperyalizminin çektiği, Ortadoğu’da yoğunlaşan yeni bir emperyalist savaş yaşanıyor. Bu gerçek, artık birçok kesim tarafından görülmeye, tespit edilmeye başlandı. Geçtiğimiz günlerde Papa bile, “üçüncü dünya savaşını yaşıyoruz” dedi. Keza KCK’nin başkanı Cemil Bayık da, IŞİD’in saldırıları üzerine yapılan bir değerlendirmede, Ortadoğu’da süren savaşın “üçüncü emperyalist savaş” olduğunu belirttikten sonra, savaşın başlangıç noktasını “birinci Körfez savaşı”na (1991 yılında ABD’nin Irak’a saldırısı) kadar dayandırdı.  

10 yılı aşkın süredir ABD’nin yeni bir emperyalist savaşı başlattığını söylüyoruz. Bunun işaret fişeği 11 Eylül’de çakılmıştı. 11 Eylül 2002 tarihinde ABD’de bulunan Dünya Ticaret Örgütü, Pentagon gibi emperyalizmin simge binalarına düzenlenen uçaklı saldırı, “artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı”nı duyuruyordu. Ardından Afganistan ve Irak, ABD’nin başını çektiği emperyalistler tarafından işgal edildi. Her iki ülkede de -özellikle Irak’ta- emperyalistlerin beklemediği bir direnişle karşılaştılar. Bu durum, savaşın yayılmasını geciktiren en önemli unsurdu. Ortadoğu’daki asıl hedef İran’dı, ancak gerek işgallere karşı yükselen direniş, gerekse İran’ın arkasında duran Rusya ve Çin gibi emperyalist ülkelerin artan gücü, İran’a saldırıyı ertelemelerine neden oldu. Bu süre içinde önce Libya’da Kaddafi rejimini devirdiler, sonra Suriye’ye saldırdılar. Esad’ı da Kaddafi gibi kısa sürede devireceklerini umuyorlardı, ama olmadı. Esasında Suriye işgali, İran’a saldırının provasıydı. İran da bunu böyle anladığı için, Suriye yönetimine her tür desteği sundu ve saldırıyı Suriye’den göğüsledi.

Sadece Ortadoğu’da değil, Kafkaslar’da da emperyalist paylaşım savaşım kıran kırana sürdü. Gürcistan’da ABD işbirlikçisi Saakaşvili hükümeti, 2008 yılında ABD’nin kışkırtmasıyla sınırlarını genişlemeye çalıştı. NATO, Gürcistan’ı üye olarak almak için “sınır sorunları”nı çözmesini dayatıyordu. Gürcistan da sınırındaki özerk bölgelerin (Osetya, Acerya, Abazya) üzerinde merkezi hegemonya kurmak için harekete geçti ve Rusya’yı karşısında buldu. Rusya, bu bölgelerin arkasında durmakla kalmadı, Saakaşvili hükümetini de devirmeyi başardı.

Benzer bir durum Ukrayna’da da yaşandı. “Renkli devrimler”in ilk provasının yapıldığı Ukrayna, 10 yıldır durulmuyor. Kimi zaman kitle hareketleriyle, kimi zaman darbelerle ABD-AB emperyalistleri ile Rus emperyalistleri arasında gidip geliyor. En son Rusya’ya yakın hükümete yapılan darbe üzerine Kırım bağımsızlığını ilan edip Rusya tarafından ilhak edildi; arkasından Ukrayna’nın doğusunda yer alan eyaletler bağımsızlık ilan ettiler. Rusya askeri birliklerini de göndererek, bu bölgeler üzerinde hegemonyasını pekiştirdi.

Kısacası 11 Eylül’den bu yana Ortadoğu, Kafkaslar ve Kuzey Afrika, savaşın bütün şiddetiyle yaşandığı bölgeler oldu. Diğer bölgelerde ise, (Latin Amerika, Asya) emperyalist paylaşım kavgası, kimi zaman açık, kimi zaman örtük biçimde sürüyor. Ve bu savaş, asıl olarak ABD-AB emperyalistleri ile Çin-Rusya arasında yaşanıyor.

1990’larda kendini emperyalist sistemin “imparator”u ilan eden ABD, sessiz ve derinden gelen Çin ile, kendini yeniden toparlayan Rus emperyalistlerini bir tehdit olarak görüp, tehdidi önden karşılamaya girişti. Adına “önleyici savaş konsepti” dediği bir strateji ile harekete geçti. Önceki iki emperyalist savaş yeni güçlenen ve pazarda hak iddia eden emperyalist tarafından başlatılmıştı; ABD, güçlenmekte olan Çin palazlanıp pazar kavgasına başlamadan ve önemli bir rakibe dönüşmeden önce atağa kalktı. Başlangıç olarak da enerji kaynaklarını ele geçirmeyi hedefledi. Fakat birçok yerde kaldırdığı taşlar ayağına düştü. Çünkü ABD, her şeyden önce ekonomik gücünü yitirmeye başlamıştı. 2000’li yılların başından itibaren irtifa kaybediyordu. Savaşla bunu durdurmaya çalıştıysa da başaramadı. Çin ise, yükselen bir emperyalist olarak ABD’nin “arka bahçesi” sayılan Latin Amerika başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanında pazar alanlarını genişletti. Keza Rusya bölgesinde eski hakimiyetini yeniden sağladı. Bu süreçte ABD, yeni emperyalist savaşı “önleyen” değil, başlatan oldu.

Bu emperyalistler arasında doğrudan bir savaş yoksa da kendilerine bağımlı ülkeler üzerinden savaş sürüyor. Gürcistan, Ukrayna, Suriye gibi yerlerde doğrudan savaşın da eşiğine gelindi, fakat bu son adımı atmadılar, atamadılar. Fakat önümüzdeki yıllarda olmayacağının bir garantisi yok. Öte yandan yaşanan savaşın, emperyalist bir paylaşım savaşı olduğunu tespit etmek için, I. ve II. Emperyalist savaşta olduğu gibi birbirleriyle doğrudan savaşmalarına gerek de yok. Zaten, 2000’li yılların başında yeni bir emperyalist savaşın başladığını söylediğimizde, bunun önceki emperyalist savaşlardan farklı olduğunu belirtmiştik. Benzerliklerinin yanı sıra farklılıklarını da ortaya koyduk. Önemli olan işin özüydü, biçimde her zaman farklılıklar olabilirdi. Bu diyalektiğin yasasıydı.

Buna rağmen biçimsel farklar öne çıkarılarak, yaşanan savaşa “Irak savaşı” ya da en fazla “Ortadoğu savaşı” denildi. Sadece burjuva liberaller değil, birçok devrimci örgüt de bunun “bölgesel savaş” olduğunu söylüyor; dahası ABD’yi hala “tek süper güç” görüyor, “yenilmezliği” üzerine yapılan propagandadan fazlasıyla etkileniyorlardı. Aradan geçen 10 yıllık süre, savaşın ne Irak’la ne de Ortadoğu ile sınırlı olmadığını apaçık ortaya koydu. Keza ABD’nin “imparator”luk döneminin sona erdiğini, “yenilmezlik” mitinin bittiğini gösterdi. Ve giderek artan oranda “üçüncü dünya savaşı” tespiti duyulmaya başlandı. Şimdi bu savaşın ne zaman başladığı, nasıl yürütüldüğü ve nasıl devam edeceği önem kazanmış durumda.

Elbette savaşın adını doğru koymak tek başına yeterli değildir. Onu etraflıca inceleyip çözümlemek, tarihsel yönlerini olduğu kadar güncel yönlerini de görebilmek, buradan devrimci tarzda sonuçlar çıkarmak, görevler saptamak ve o doğrultuda faaliyet yürütmektir esas olan. Fakat bunu başarmak için, önce tesbitin doğru konulması gerekmektedir. Biz daha tespit aşamasında yanlış yaklaşımlarla karşı karşıya kaldık. Bu durum ülke içindeki gelişmeleri de yanlış bir şekilde değerlendirmeye yol açtı. Örneğin AKP, daha kuruluş aşamasında ABD’nin başlattığı savaşa göre oluşturulan bir siyasi partiydi ve bir “savaş hükümeti” olarak işbaşına getirilmişti. Ancak o dönem, içinde devrimci örgütlerin de yeraldığı geniş bir kesim tarafından “değişimci”, “demokrat” diye görülüp desteklendi. Keza AKP’nin “Ergenekon” adıyla başlattığı operasyonlar, “kontr-gerillanın dağıtılması” olarak alkışlandı. Bunların başını da “üçüncü dünya savaşı” tesbitini yapan PKK çekti. Ve tabi ki, PKK’nin manyetik alanı içinde yeralan siyasi hareketler onun peşinden gitti.

Belgeler ortada duruyor. PKK’nin Nisan 2002 tarihinde gerçekleşen 8. Kongre’sinde, (ki o kongrede adını KADEK olarak değiştirmişti) ABD’nin başlattığı savaş “toplumsal gelişme önünde engel oluşturan bir siyasal sistemin aşılıp çözülerek, yerine yeni bir uluslararası sistemin oluşması” olarak değerlendiriliyordu. 8. Kongre Belgeleri’nin tümünde, başlayan emperyalist savaşın, “eski statükoyu” yıkacağından dolayı olumlanması vardır. Sonrasında ABD’nin Irak işgalini de “demokratik sömürgecilik” olarak değerlendirmeleri de bu yaklaşımın uzantısıdır. Zaten emperyalist savaş, ”toplumsal gelişme önünde engel oluşturan siyasal sistemi aşmak” olarak değerlendirilirse, olumlamak kaçınılmaz. Tesbit böyle olunca saptanan görev de, savaşa karşı durmak yerine, savaşla birlikte ortaya çıkan “yeni” durumu kutsamak ve ondan yararlanmak oldu.

Bu yazı kapsamında amacımız; PKK ve onun kuyruğundan gidenlerle polemik yürütmek değil. Merak eden, o dönem çıkan yayınlarına bakabilir. Burada altını çizmek istediğimiz birinci husus, yaşanan savaşın adının doğru bir şekilde konulmasıdır. “Yerel-bölgesel savaş” diyerek küçültenler, yine her zamanki gibi hiçbir özeleştiri vermeden, bugün “üçüncü dünya savaşı” diyorlarsa, bunun bir açıklamasını yapmalıdırlar.İkincisi, savaşın adını doğru koymanın, onu doğru bir şekilde tahlil etmek ve doğru sonuçlar çıkarmak anlamına gelmediğidir. Yoksa bazı burjuva aydınlar da 11 Eylül saldırısı sonrası “üçüncü dünya savaşı”nın başladığını söylediler. Ancak ondan çıkardıkları sonuçlar çok farklı oldu.

Bu noktada Lenin’in emperyalizm tahlili ve emperyalist savaşa nasıl yaklaştığı önem kazanıyordu. “Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, özel kötülükleri nedeniyle değil, erişilen yoğunlaşma derecesinin, kar sağlamak için onları bu yola girmek zorunda bırakması nedeniyledir” diyordu Lenin; savaşı ABD’nin o dönemki başkanı Bush’un kişisel özellikleriyle açıklayanlara yanıt verircesine. Ve devamında savaşın emperyalizme özgü nesnel yönünü şöyle açıklıyordu: “Ve ‘sermayeleriyle orantılı olarak’, ‘herkesin güçlerine göre’ paylaşıyorlar; çünkü ticari üretim ve kapitalizm düzeninde, başka bir paylaşım biçimi olanaksızdır.” (Lenin, Emperyalizm, Bilim ve Sosyalizm Y. sf. 80)

Yayınevimiz tarafından 2003 yılında basılan “Yeni emperyalist savaşın ekonomi politiği” başlıklı kitap, 11 Eylül sonrası ABD tarafından başlatılan savaşın Leninist bir tahlilini içeriyor. Aradan geçen 10 yılı aşkın süre, orada yazılanları doğruladığı gibi, güncel öneminden de birşey kaybettirmedi. “Üçüncü dünya savaşını yaşıyoruz” sözlerinin daha sıkça duyulduğu bugünlerde, savaşa dair gerçekleri, onun nesnel temelini, önceki savaşlarla özsel benzerliğini, yanısıra farklı yönlerini bir kez daha hatırlatmakta yarar görüyoruz.

Aşağıdaki yazı, bu kitaptan bir bölümün kısaltılmış halidir.

* * *

A- EKONOMİ– POLİTİKA VE SAVAŞ

 

Sınıflar mücadelesi tarihi, ekonomik altyapı üzerine oluşmuştur. Tüm toplumsal dönüşümler; ekonomik altyapıyı ele geçiren sınıfın, siyasi üstyapıyı da ele geçirme savaşının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Ve bu savaşların tamamı, ekonomik gücü elinde tutan sınıfın zaferiyle sonuçlanmıştır.

Politika ekonominin yoğunlaştırılmış halidir. Savaş ise politikanın başka araçlarla -şiddet araçlarıyla- sürdürülmesidir. Bu iki cümle, savaşların nedenini en özlü olarak anlatan ifadelerdir. “Bütün savaşlar, kendilerini doğuran politik sistemlerden ayrılamaz. Savaştan önce belli bir devlet, bu devlet içindeki belli bir sınıf tarafından uzun süre izlenen bir politika, savaş sırasında da aynı sınıf tarafından ister istemez sürdürülür; yalnızca eylemin biçimi değişmiştir” diyor Lenin. (Sosyalizm ve Savaş, Sol Y. sf. 115)

İzlenen politika, hegemonya kurma savaşında kullanılacak dönemsel taktiklerle ilgilidir elbette. Doğaldır ki, bu savaşımda tek tek ülkelerin egemen sınıflarının yeri, ‘sermayeleriyle orantılı olarak’ ve ‘herkesin güçlerine göre’ belirlenir; paylaşımda herkesin payı, kendi ekonomik gücüyle doğru orantılıdır.

Emperyalistler, bu savaşta öne geçebilmek için ekonomik alanda sürekli kendilerini yenilemeye, yanısıra rakiplerinin yaşadıkları gelişmeleri yakından takip etmeye çalışıyorlar. Her emperyalist kurum, kendine ‘thing-thank’ kuruluşları oluşturuyor, stratejistler yetiştiriyor, raporlar hazırlıyor…

Bu raporların en önemlilerinden biri olan Global Trend 2015 adlı raporda, ABD için 21. yüzyılın başlarında en ciddi tehlikenin Asya bölgesinden geleceği yazılıyordu. Asya’da Çin ve Rusya’nın giderek büyüyüp gelişmekte olduğu, kuracakları bir ittifaka Hindistan’ı da dahil ettiklerinde ABD için önemli bir rakip olacağı belirtiliyordu. 1997 ve 2001 yıllarında yayınlanan QDR (Dört Yıllık Savunma Değerlendirme) raporları da ‘küreselleşme’nin korunması ve geliştirilmesini, ‘yaşamsal ulusal çıkarlar’ listesine koyuyordu.

Bu durum üstelik, ABD ekonomisinin bunalıma girmeye başladığının işaretlerinin görüldüğü bir döneme denk geliyordu. Tam da bunalımdan çıkmak için yeni pazarlara ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bu ülkelerin ABD’nin varolan pazarlarına da göz dikmesi, ekonomik sıkışmışlığı artıran bir etkendi. Zaten ABD askeri gücünün ulaştığı son noktayı ifade eden NMD’lerin, (ulusal füze savunma kalkanı) ilk olarak Rusya’yı ve Çin’i hedefleyen biçimde, Tayvan ve G. Kore’ye kurulması da boşuna değildi. Dolayısıyla ABD, yeni bir emperyalist savaş hazırlığına başladığını ve bu savaşı asıl olarak bu güçlerle yaşayacağını öncesinden ilan etmişti.

Buradan da görüleceği gibi emperyalistler, gelişmeleri tahmin edebilmekte fazla zorlanmıyorlar. Ama bunları bilmek yeterli olmuyor. Emperyalist-kapitalist sistemin doğasından kaynaklanan sistem yasaları nedeniyle, hiç birine kalıcı çözümler bulamıyorlar. Kimi zaman geçici çözümler bulsalar, ya da sorunu ertelemeyi başarsalar bile, sonrasında sorun, katlanmış olarak yeniden karşılarına çıkıyor.

 

Sistemin yasaları, savaşları doğuruyor

Kapitalist-emperyalist sistemin doğasından gelen temel yasaları vardır. Bu yasalar, savaşları kaçınılmaz kılar.

Bunların başında azami kar hırsı gelir. Emperyalizm iradi davranamaz. İstediği kadar planlamalar, araştırmalar yapsın, onu yöneten asıl faktör, azami kardır. Daha fazla meta üretimi, daha fazla pazar alanı, rakiplerini daha rahat ekarte etmek, kendi karını büyütmek…

Mesela burjuvazi, kendi içinde pazarı eşit bir biçimde paylaştırdığında, rekabet ve savaşlar ortadan kalkacaktır; ama hiçbiri kendi payına razı olmadığı ve her biri kendi adına azami karı hedeflediği için, daha da önemlisi, sömürüye karşı sınıf mücadeleleri emperyalistlerin planlarını bozacağı için, savaşlar emperyalizmin doğal bir parçasıdır.

Bunlardan dolayı, emperyalist kapitalist sistemde gerek yerel-bölgesel savaşlar, gerekse emperyalist paylaşım savaşları kaçınılmazdır. Özünde, barış dönemleri, savaşlara verilmiş aralar olmaktan öteye gidemez.

Kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası, emperyalistler arası paylaşım savaşlarının doğmasının temel nedenlerinden biridir. Çeşitli iç ve dış faktörler, kapitalist gelişim seyrinde her ülkeye farklı etkide bulunur. Emperyalist kapitalist sistem içinde kurulan bir denge sürgit devam etmez. Bir dönem en güçlü olan, gelişmesinin doruğunda gerilemeye başlar. Onun eskiyen, ağırlaşan ve hantallaşan teknolojisinin karşısına, yeni gelişmekte olan genç bir emperyalistin taze güçleri, yeni ve son teknolojiyle donanmış ekonomisi çıkar. Bu karşı karşıya gelişten yengiyle ayrılan, genellikle genç ve güçlü emperyalist olur. Arkadan gelenin öne geçmesi, kapitalist eşitsiz gelişim yasasının doğal bir sonucudur.

ABD bugün, başta Çin olmak üzere diğer emperyalistlerin atağını görmektedir, ama bunları engelleyebilmesi mümkün değildir. Tıpkı İngiltere’nin II. Emperyalist savaş sonrasında eski imparatorluğunu kaybetmesi gibi, güçlü ama eski olan, içten çürümeyi daha yoğun yaşayandır. Keza savaşa götüren etkenlerden bir diğeri de emperyalizmin çürümüş ve asalaklaşan yapısıyla ilgilidir.

Emperyalist gelişim arttıkça, içten çürüme de büyür. Emperyalist ülkeler ya da tekeller, en güçlü göründükleri zamanda gerçekte en zayıf anlarını yaşarlar. Bir ahtapot gibi dünyanın her tarafına kollarını uzatmış görünen dev bir tekel, gerçekte yaşadığı iç zayıflıkların sonucu olarak bir gecede iflas edebilir. Güçlü emperyalist olan bir ülke, bir savaşla çok gerilere düşebilir.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur; tek tek emperyalist ülkelerin ya da tekellerin çökmesi, ya da geriye düşmesi için belirleyici bir faktöre ihtiyaç vardır. Bu, kimi zaman rakip bir emperyalist gücün bir müdahalesi, kimi zaman kitle hareketinin ulaştığı düzey olabilir. Önemli olan, bu faktörün, koşullar olgunlaştığında vurucu bir darbe indirebilmesidir. Bu olmadığı koşulda ne kadar çürümüş olursa olsun, emperyalist bir güç, kendini yenileme olanakları yaratabilir.

Sistemin temel özelliklerinden bir diğeri, malların üretimi ve dağılımının tam bir örgütsüzlük içinde olması, bir üretim anarşisi yaşanmasıdır.

Yeni bir ürün, pazarda kar getirecek yeni bir meta, pek çok kapitalist tarafından aynı anda ve çok yoğun bir biçimde üretilir. Burada belirleyici olan, toplumun ihtiyacı değil, kar oranı yüksek ürünlerdir. Bunun sonucu, aşırı üretimle pazarın doyması, stokların birikmesi ve bunalımların başlamasıdır. Bir tarafta açlıktan yoksulluktan kırılan kitleler vardır, bir tarafta da satılmadığı için depolarda biriken, fiyatları düşürmesin diye imha edilen ürünler.

Üretim anarşisi, pazar için mücadeleyi de beraberinde getirir. Tekeller arasındaki rekabet, son noktada emperyalist paylaşım savaşına kadar götürür.

Kapitalizmin devrevi bunalımlarının özünde, üretim anarşisi vardır. Aşırı üretimin yarattığı bunalımlar, sistemin altüst olmasını getirir. Bu bunalımlar, herhangi bir üretim dalında başlayarak, hızla tüm ekonomiyi kapsarlar. Hatta bir ülkeden başlayarak kısa zamanda tüm dünyayı etkiler.

Aynı yönde tüm hızıyla üretim yapan pek çok kapitalist, işlerin en iyi, karın en parlak göründüğü noktada, bir anda kendilerini bunalımın içinde buluverirler. Bunalımdan yeniden canlanma ve büyüme sürecine geçişte buldukları en etkili formül ise, savaşlardır. Savaş ekonomisi, kapitalist ekonominin soluk borusu işlevini görür. Yoğun ve çok ucuz işgücü sömürüsünün yanısıra, savaşa dönük üretimin had safhaya çıkarılması ve üretilen metanın neredeyse ‘stoksuz’ biçimde hemen tüketilmesi; keza savaş sonrasında pek çok alanda tümden durmuş olan üretimin yeniden canlanması vb. bunalımın etkilerini silecek, en azından azaltacaktır. Bundan dolayı, emperyalist sistemin bunalımlarından çıkmak için savaşlara ihtiyacı vardır.

 

Birinci ve ikinci emperyalist savaşın ekonomisi

Savaşlar, mali sermaye tarafından dünya pazarlarının paylaşılmasının araçlarıdır. Üstelik bu paylaşım sadece bilinen değerli hammadde kaynaklarının paylaşılmasıyla da sınırlı değildir. Mali sermaye, hem olası hammadde kaynaklarını bulmak umudu taşıdığı için, hem de paylaşım savaşında geride kalmamak için elinden geldiğince çok toprağa el koymaya çalışır. Emperyalist savaşlar bu paylaşımın belirlenmesi için yapılır. Bugüne dek yaşanan her iki paylaşım savaşında da bu gerçek, kendini olanca çıplaklığı ile ortaya koymuştur.

Lenin, I. Emperyalist paylaşım savaşını “köleliği güçlendirmek için köle sahipleri arasında yapılan savaş” olarak tanımlıyor. Ve savaşan taraflar için “daha yaşlı ve gırtlağına kadar doymuş soyguncuları (İngiltere ve Fransa) soymaya çalışan genç ve daha güçlü soyguncu (Almanya) ifadelerini kullanıyor. Emperyalist paylaşım savaşlarında paylaşılan şeyin, dünyanın ekonomik zenginlikleri olduğunu anlatan güçlü ifadelerle…

İngiltere kapitalistleşme yoluna ilk giren ülkeydi. Hatta İngiltere için 19. yüzyılda ‘tüm dünyanın atölyesi’ tanımı kullanılırdı. Çünkü hammadde deposu ve yiyecek ambarı olarak kullanılan bütün diğer ülkelere sanayi ürünleri sağlardı. Amerika ve Almanya ise kapitalistleşme sürecine daha geç girdiler. İngiltere epeyce bir mesafe kaydettikten sonra kapitalistleşmeye başlayan bu ülkeler, 20. yüzyılın başında, teknik ilerlemelerle elde edilen sonuçlardan çıkar sağlamaya ve daha hızlı bir şekilde yeni sanayi dallarını geliştirmeye başladılar. Bu durum onların kısa zamanda güçlü bir kapitalist gelişme sağlamalarına neden oldu. Aynı dönemde, ‘eski’ kapitalist ülke olan İngiltere’de, kokuşma ve üretici güçlerin gelişimin yavaşlaması sözkonusuydu.

Ülkelerin ekonomik güçleri ve gelişme hızlarıyla, sahip oldukları sömürü alanları arasında büyük bir oransızlık vardı. Bu oransızlık içinde, dünya sanayi üretimindeki payı fazla olan ülkeler, bu üretimi pazara sürebilecekleri sömürgelerini artırmak için savaşa girişmek zorundaydılar. Çünkü, gelişmeleri hızlı olmakla birlikte, stoklarını eritebilecekleri bir pazara sahip değildiler. Bu durum, onları daha hızlı bir biçimde bunalımlara sokuyor, ya da yaşanan bunalımdan daha fazla etkilenmelerine yol açıyordu. Mesela hem Avrupa’yı hem de Amerika’yı etkisi altına alan 1907-10 bunalımından en fazla etkilenen ülkeler arasında Amerika ve Almanya vardır.

İşte I. Emperyalist paylaşım savaşının başlamasının nedeni buydu. Aşırı üretim bunalımına giren ve bu bunalımı atlatmak için yeni pazarlara sahip olmak isteyen genç ve yeni emperyalist güçler, yaygın pazarlara sahip olan, ama artık eski gücünü kaybettiği için o pazarları elinde tutamayacak kadar zayıflamış olan emperyalistlerle kıyasıya bir savaşa girişmişlerdi.

İkinci emperyalist savaşta da ekonomik açıdan benzer biçimde büyük dengesizliklerin olduğunu görebiliriz. I. Emperyalist savaştan yenik çıkan Almanya, ‘30’lu yıllara gelindiğinde kendini toparlamış; savaşın galibi olan İngiltere ve Fransa’nın karşısına güçlü bir ekonomiyle çıkmayı başarmıştı. Almanya ile Japonya, ’29 bunalımından hızlı bir biçimde çıkarak (burada ekonomilerini askerileştirmelerinin payını da eklemek gerekir) I. Emperyalist savaşın galibi ülkelerin karşısına ekonomik olarak da dikilmişti.

I. Emperyalist savaşın arkasından SB’nin kapitalist sistemden kopması ve sömürgelerde ulusal kurtuluş hareketlerinin başlaması, kapitalist sömürü pazarını daraltan, böylece bunalımı derinleştiren bir rol oynamıştır. ’29 bunalımının bu kadar keskin ve sert yaşanmasının nedenlerinden biri de budur. Yaklaşık dört yıl süren bu bunalım, dünya ekonomisini alt üst eder. Bunalımın arkasından durgunluk, sonra da canlanma döneminin yaşanmaya başlaması kısa sürer ve ’37 yılında, yeni bir bunalım başlar.

Ekonomik açıdan böylesine önemli etkenler, emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasını kızıştırmış, yeni emperyalist savaşı da kaçınılmaz hale getirmiştir.

Her bunalım dönemi elbette ki tüm dünyayı etkisi altına alan bir emperyalist paylaşım savaşını doğurmaz. Ekonominin askerileştirilmesi, bunalımın faturasının yarı sömürge-bağımlı ülkelere çıkartılması, ticari savaş, damping vb başka birtakım yöntemlerle de bunalımların geçici olarak atlatılabilmesi mümkündür, genellikle de bu yöntemler devreye girer. Ancak bunalımın başka yöntemlerle atlatılamayacak kadar derin ve boyutlu bir hale geldiği dönemlerde, emperyalistlerin geçici çözümler üretme, manevralar yapma gücü ve yeteneği kalmaz.İşte o zaman paylaşılmış toprakların yeni güç dengelerine bağlı olarak yeniden paylaşılması kaçınılmaz hale gelir. Bu noktada, tüm dünyayı etkisi altına alan emperyalist paylaşım savaşları mutlak bir zorunluluktur artık.

Bugün emperyalist-kapitalist sistemin içine düştüğü bunalım böyle bir bunalımdır. Onun içindir ki, bu savaş Irak savaş değildir. Bu savaş, Ortadoğu savaşı da değildir. Bu savaş, dünya egemenliğini güçlendirmek için verilen emperyalist paylaşım savaşıdır.

 

B-YENİ EMPERYALİST SAVAŞIN ÖNGÜNÜNDE EKONOMİ

 

ABD emperyalizmi, bu savaşı başlatırken politikasını, ‘önleyici vuruş konsepti’ olarak isimlendirdi. Her iki emperyalist paylaşım savaşında da, yeni gelişen ve büyümekte olan saldırgan emperyalist güç, savaşı başlatan taraf olmuştu. Eski ve güçlü olan emperyalistler ise, daha çok ‘varolanı koruma’ pozisyonunda ‘bekle gör’ anlayışıyla hareket ediyordu. Bu bekleyişin doğal sonucu eski emperyalistlerin güç kaybı oluyordu. İngiltere ve Fransa’nın her iki savaşta güç kaybı, ABD’nin ise fırsatları değerlendirerek “öldürücü darbe”yi indiren yeni emperyaliste dönüşmesi bu bekleyişin ürünüydü.

Bu defa diğerlerinden farklı olarak, savaşı başlatan saldırgan emperyalist, yeni büyüyen değil, dünya genelindeki hakimiyetini onyıllardır kurmuş olan emperyalist oldu. Paylaşım sofrasında kendi payını artırmak isteyen emperyalist güçler değil, sofranın baş köşesini tutmuş olan ABD emperyalizmi bu savaşın baş aktörü olarak öne çıktı.

ABD giderek yaklaşmakta olan ‘tehlike’yi farketmişti. Emperyalizmin doğası gereği ve tarihteki örneklerin de kanıtladığı gibi, ABD, artık dünya egemenliğini kaybetme sırasının kendisine geldiğini biliyordu. Ancak doğaldır ki, ‘kaderine razı olup’ geriye çekilmesi beklenemezdi. Bu nedenle gelişip güçlenmekte olan rakip emperyalistlerin daha fazla büyümesini ve güçlerini birleştirerek kendisine saldırıya geçmesini beklemek yerine; saldırıyı başlatarak onları erken bir biçimde ‘gafil avlamayı’ tercih etti.

Bu konsept, asıl olarak 11 Eylül saldırıları sonrasında yaygınlaştırıldı. Ancak ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren ABD emperyalizminin stratejistleri, diğer emperyalistlerin gelişme seyrini, buna karşılık kendi durumlarını tespit ederek ‘bütün bu gelişmelere karşı kendimizi korumak için nasıl önlemler almalıyız,’ sorularını sormaya başlamışlardı. 11 Eylül’le birlikte ‘popüler’ bir söyleme dönüştürülen “önleyici vuruş konsepti”, bu soruların cevabı olarak ortaya çıktı.

Bu nedenle yeni emperyalist savaşın ‘saldırgan emperyalisti’ ve başlama koşulları diğer savaşlardan farklı bir görüntüdedir. Bu savaşın “3. Dünya Savaşı” olmadığı yönündeki yanılsamalar da, bu açık farkı görememekten, gelişmeleri şablonlara uydurmaya çabasından kaynaklanmaktadır. “Benzetmenin benzemeyen yanları”, biçimlere, yöntemlere ilişkindir. Özde ise, yaşanan “paylaşılmış toprakların yeniden paylaşılması” ve bir bölgenin değil “dünyanın” hegemonyasının el değiştirmesi için emperyalistlerin harekete geçmesidir.

Başlangıcındaki ve biçimindeki farklılıklar, ‘kaçınılmaz sonu’ biraz daha uzatabilir, ABD emperyalizmine bir süre daha soluk aldırabilir. Ancak kesin olan şudur ki, ABD’nin bu atağı da, onu diğer emperyalist paylaşım savaşlarındaki ‘saldırgan emperyalist’lerin yaşadığı sondan koruyamayacak, ‘imparatorluk’un çöküşünü durduramayacaktır.

 

Bu savaş petrol savaşı mıdır?

Savaş karşıtı kesimlerin net olarak gördükleri bir gerçek var; ‘Bu savaş petrol savaşıdır!’. Bu tespit, gerçeğin sadece bir yönünü ifade etmektedir. Esası, bu savaşın paylaşılmış toprakların yeniden paylaşımı, yani emperyalist hegemonya savaşı olduğudur. Dolayısıyla işgal edilen toprakların yeraltı/yerüstü tüm kaynaklarının sömürüsüne dayanır. Bununla birlikte her dönem, daha fazla öne çıkan bir kaynak ve bu kaynağa yataklık eden topraklar olmuştur. Bu kimi zaman su, kimi zaman altın, kimi zaman kömürdür. Bugüne dek sömürücü güçler tarafından gerçekleştirilen savaşlar incelendiğinde, savaşların altında yatan bu gerçek, rahatlıkla görülebilir.

Geçtiğimiz yüzyılda, petrol yataklarına sahip olmak, her emperyalistin en büyük arzusu ve ona yön veren dürtüsü olmuştur. Bugün de, genel olarak enerji kaynaklarına ve onun ulaşım yollarına hakim olmak, en fazla öne çıkan emperyal amaç olarak şekillenmektedir. Çünkü, dünyanın tüm ‘enerji kaynaklarına’ sahip olmak, dünyaya sahip olmak anlamını taşımakta, bu da dünya hakimiyetinin temelini oluşturmaktadır. ABD’nin Afganistan’la başlayıp Irak’la devam eden ve tüm Ortadoğu’yu kapsayan savaşında, bu amaç kendini çok açık biçimde ortaya koymuştur.

Elbette ki, ‘enerji kaynakları’ içinde petrol, özel bir yere sahiptir. Emperyalistlerin Ortadoğu’daki kapışmasında çok önemli bir yer tuttuğu da kesindir. Özellikle Irak petrol yatakları oldukça zengin ve petrolün kalitesi çok yüksektir. Ayrıca yataklar yüzeye yakın olduğu için en az masrafla üretim Irak’ta yapılmaktadır. Bu özellikleri nedeniyle Irak petrolleri, dün olduğu gibi bugün de bütün emperyalistlerin iştahını kabartmaktadır. Petrol kaynakları, -bir bütün olarak yeraltı enerji kaynakları- varillerinin içine sığmayacak kadar büyük bir önem taşımaktadır.

En başta, ABD’nin kendi ekonomik işleyişini korumak için daha fazla petrole ihtiyacı var. ABD, dünya üretiminin üçte birini gerçekleştiriyor. Ortadoğu petrolleri ise, dünyadaki petrol üretiminin üçte ikisini karşılıyor. Salt bu üretimi sürdürmek için bile, daha fazla petrole ihtiyaç duyuyor. Ne kendi topraklarında çıkarılan petrol, ne de Latin Amerika ya da başka bölgelerde sahip olduğu-denetlediği petrol yatakları, Ortadoğu petrollerinin yerini karşılayamıyor.

İkinci neden, dünya genelinde petrol fiyatlarını belirleyebilmektir. Çünkü pazara fazla petrol sürdüğünde, petrol fiyatları genel olarak düşer, bu da kar oranlarını etkiler.

Ortadoğu petrolleri, gerek miktarının büyüklüğü, gerekse kalitesiyle, diğer bölgelere oranla daha belirleyici önemdedir. Bu nedenle Ortadoğu petrollerine sahip olmak, ABD’nin dünya hegemonyasını güçlendirmesi açısından vazgeçilmez bir hedeftir. Ancak bununla da sınırlı değildir. ABD emperyalizmi, Ortadoğu’nun yanısıra, Kafkaslardaki petrol yataklarını, ayrıca, petrol ve doğalgazın ‘sıcak denizlere’ açılmasını sağlayan boru hatlarının geçtiği bölgeleri, kendi denetimine alma çabasındadır. Böylece rakip emperyalistleri devre dışı bırakabilecek, OPEC’i de kendine bağımlı hale getirebilecek (tümden ortadan kaldırması da olasıdır) dünya genelinde petrol tekelini (bununla bağlantılı olarak dünya hegemonyasını) elinde tutabilecektir. Bu çerçevede Ortadoğu petrolleri öylesine kilit önemdedir. O yüzden etkisi, bir-kaç milyon varil daha fazla petrole sahip olmakla sınırlı değildir.

Üçüncüsü, dünya pazarlarında daha etkili bir güce ulaşma, diğer emperyalistler karşısında, pazarları ele geçirme savaşımında öne geçme çabasıdır.

“Güncel kapitalizmi özellikle belirginleştiren şey, en büyük girişimcilerin oluşturduğu tekelci toplulukların egemenliğidir. Bu tekeller özellikle bütün hammadde kaynaklarını yalnız kendi ellerine geçirdikleri zaman sağlamlık kazanır. Uluslararası kapitalist toplulukların, hasmın her türlü rekabet olanağını söküp almak, örneğin demir ya da petrol yataklarını kendi ellerinde toplamak için ne büyük bir çaba gösterdiklerini gördük. Rakipleriyle savaşımın bütün olasılıklarına karşı tam bir başarı güvencesini, tekele, -hatta bu rakipler kendilerini devlet tekeli kuran bir yasayla savunmayı düşündükleri takdirde bile- ancak sömürgelere sahip olmak sağlayabilir. Kapitalizm ne kadar gelişirse, hammadde eksikliği kendini ne kadar çok duyurursa, rekabet ve tüm dünyadaki hammadde avcılığı ne kadar çetinleşirse, sömürgelere sahip olma savaşımı da o kadar hoyratlaşır.” (Lenin, Emperyalizm, sf. 87-88)

Herhangi bir biçimde hammadde kaynaklarını başka emperyalistlerle paylaşmaya razı olmak, emperyalizmin doğasına aykırıdır. Azami karı elde edebilmek için de her emperyalist, hammadde kaynaklarına tek başına sahip olmaya, kendi egemenliğini sağlamlaştırmaya çalışır. Her tür yöntemin mübah olduğu vahşi bir savaşımdır bu.

Bu nedenle bu savaşta petrolün önemi, salt Irak petrolünü ya da genel olarak petrol yataklarını ele geçirmekle sınırlı değildir. Emperyalistlerin amacı petrol de içinde olmak üzere hammadde kaynaklarını ele geçirerek rakip emperyalistleri, sömürü savaşımında saf dışı bırakmak, dünya genelinde hakimiyetini kurmak, böylece azami karı sağlamaktır.

Savaşın Irak’la sınırlı olmayan, hatta Ortadoğu ile sınırlı olmayan bir emperyalist paylaşım savaşı olmasının nedeni de budur. Ve açıktır ki, ‘koalisyon güçleri’ (ABD-İngiltere) ile diğer emperyalistler arasında yaşanmakta olan savaş, Irak petrollerinin paylaşılmasıyla bitmeyecektir. Suriye, İran, K. Kore, Kafkas ülkeleri vb.ne de sıra gelecek (sıralamada farklılıklar olsa da), o ülkeler de ‘yeniden paylaşılacak alanlar’ olarak savaşta yerlerini alacaklardır.

 

C- YA DEVRİMLER SAVAŞLARI ÖNLER,

YA SAVAŞLAR DEVRİMLERE YOL AÇAR

 

Roma imparatorluğu, köleci sistemin merkeziydi. En büyük köleci imparatorluktu; dünya genelinde hakimiyet kurmuştu. Sistemle, onun simgesi ve temsilcisi imparatorluk içiçe geçmişti. Sistemin ekonomik yapısı, imparatorluğun ekonomik yapısıyla özdeşleşmişti. Spartaküs’le simgeleşen sayısız köle isyanı, Roma imparatorluğuyla birlikte köleci toplumu da yıktı.

Britanya imparatorluğu, serbest rekabetçi kapitalizm döneminin temsilcisidir. Emperyalizm gelişip güçlenmeye ve yeni tip sömürgeciliği ortaya çıkarmaya başladıktan sonra güç kaybetmeye başlamış, II. Emperyalist savaş sonrasında eski tip sömürgecilik tümüyle mezara gönderilirken, bu devlet de ipi göğüsleyememenin acısıyla teslim bayrağını çekmiştir.

Emperyalizmin ‘imparatoru’ da Amerika’dır. Özellikle ‘90’lı yıllar boyunca, ABD, karşısında etkili bir rakibinin kalmamasının da avantajıyla, kendisini ‘dünyanın efendisi’ ilan etmiştir.

Toplumsal sistemle, o sistem içinde ‘1 numara’ olan devlet arasında doğrudan bir ilişki olması doğaldır. Çünkü, sistemin yasalarını en iyi biçimde işleterek en büyük haline gelen ‘imparatorluk’, sisteme ne kadar bağımlıysa, sistemi de kendisine o kadar bağımlı hale getirmiştir. Dünya genelinde hakimiyetini ne kadar güçlü kurmuşsa, dünya ekonomisinde de o kadar belirleyici hale gelmiş, diğer ekonomileri bir biçimde kendine bağlamıştır. Bu nedenle çöküş, sistemle birlikte, onun simgesi ‘imparatorluk’u da kendi girdabına çekerek boğmaktadır.

 

Savaş ekonomisi bunalımı hafifletir mi?

Kapitalistlerin bunalımı ertelemek için en fazla başvurdukları yöntemlerden biri silahlanmadır. Çünkü çok büyük boyutlara varan silahlanma harcamaları, ekonomiye belli bir canlılık getirir. Ancak bu silah sanayii ve onun yan üretimiyle sınırlıdır. Üstelik silah sanayii çok hızlı geliştiği için üretilen her silah, birkaç yıl içinde tüketilmediği koşulda eskir, hurdaya çıkar. Onun için emperyalistler, bu silahları bir biçimde yarı-sömürge ülkelere satmanın yollarını ararlar. O yüzden de devletler arasındaki sorunları sürekli kaşır, bölgesel savaşlar yaratırlar.

Bununla birlikte savaş sanayiindeki canlanma, kapitalizmin kendi işleyişinden kaynaklanan bunalımına çözüm olmadığı gibi, onu daha da derinleştirir. “Savaş, acil ekonomik gereksinmeler bakımından, bir ulusun gelirinin bir kısmını denize atmasına benzer” diyor Marks. Savaş ekonomisi ya da ekonominin askerileştirilmesi, kitlelerin zorunlu ihtiyaçlarına dönük üretimde bir azalmaya neden olur, genişletilmiş yeniden üretimi baltalar ve toplam üretimde bir azalma ortaya çıkar. Mesela, II. Emperyalist savaş sonrasında, ordu kurma ve silahlanma hakları ellerinden alınan Japonya ile Almanya’nın tüm ekonomilerini üretime yönlendirmeleri ve teknolojide çok hızlı bir ilerleme sağlamaları bununla ilgilidir. Yanısıra, vergi oranlarının çok yüksek miktarlara çıkması, iç borçlanmanın artması ve yüksek enflasyon, ekonominin askerileştirilmesinin ve silahlanmanın artmasının sonuçlarıdır ve bunların faturası da kitlelere çıkartılır.

Günümüzde özellikle ABD emperyalizminin rakamları, silahlanmanın ulaştığı boyutu göstermesi açısından çarpıcıdır. ABD’nin 2003 askeri bütçesi bir önceki yıla göre 48 milyar dolarlık bir artışla 393 milyar dolar olarak belirlendi. ABD son 20 yıllık zaman diliminde ilk kez ‘savaş bütçesi’ni bu denli artırıyor. Bu rakam, bir çok ülkenin yıllık bütçesinin onlarca katını ifade ediyor.

Her iki emperyalist paylaşım savaşının ardından çıkan bunalımlar (ki, bir tanesi kapitalist sistemin tarihindeki en büyük bunalım olan ’29 bunalımıydı) savaşın da bunalımları engelleyemeyeceğinin göstergesidir.

Kapitalizm sürecinde ‘her yol’ bunalıma çıkıyor. Bunalımı geciktirmek, etkilerini azaltmak ya da faturasını başka ülkelere, sömürgelere yönlendirmek için kullanılan her yöntem, bir sonraki bunalımın daha şiddetli geçmesine neden oluyor. Kapitalist sistemin işleyiş yasaları bunalımları yaratıyor, bunalımlar savaşlara neden oluyor, savaşlar bunalımları derinleştiriyor. Bu döngüyü kıracak ve hem bunalımlara hem de savaşlara nihai olarak son verecek tek yol, proletaryanın önderliğinde gerçekleşecek olan devrimlerdir. Bunun dışında başvurulan her çözüm arayışı, en fazla kısa süreli ağrı kesici olmaktan öteye gitmez. Ve daha da büyüyerek geri döner.

Buraya kadar yazdıklarımız, ABD açısından bugünkü savaşın neden kaçınılmaz hale geldiğini göstermektedir. ABD’nin güçlü bir ekonomisinin olduğu dönemlerde, silahlanması ve girdiği savaşlar, onun gücünün ve sömürü alanlarının artmasına neden oluyordu. Ancak bugün, yaşadığı bunalımın ve giderek zayıflamakta olan ekonomisinin etkisiyle, bu savaştan güçlü çıkma ihtimali yok denecek kadar zayıftır. Ama kapitalizm koşullarında başka bir alternatifi de olmadığı için, zorunlu bir biçimde savaşın ortasına dalmaktadır.

ABD’nin bugün, salt Ortadoğu petrollerini ele geçirmeye değil, dünya ekonomisini, kendi ekonomisine hizmet edecek şekilde yeniden düzenlemeye ihtiyacı var. Savaş bu nedenle çok kapsamlı ve çok çetin olacaktır. Bu da, tıpkı diğer emperyalist paylaşım savaşlarında olduğu gibi, kaçınılmaz bir biçimde, yeni devrimlere yolaçacaktır.

 

Savaş-devrim ilişkisi

Lenin, yaklaşık 100 yıl önce, “çağımız, emperyalizm ve proleter devrimleri çağıdır” demişti. 1917 Ekim Devrimi, birbiriyle çelişen ama aynı zamanda bir bütünlük oluşturan ‘emperyalizm’ ve ‘devrim’ kavramlarını yan yana getirdi ve çağın adını somut bir gerçeklik olarak da ortaya serdi.  

Emperyalizm, kapitalizmin son aşaması, onun çürüyen, can çekişen halidir. Aynı zamanda yeni bir toplumsal düzenin, sosyalizmin de ebesidir. Bir kez daha diyalektiğin yasası işlemiş; ‘yeni’, eskinin bağrından doğmuş, ama ‘eski’yi aşarak, onu tarihin çöplüğüne atarak kendi yolunu açmıştı.

Emperyalist savaşlar, sistemin kendi doğasından kaynağını alan tıkanma ve çözümsüzlüklerde adeta ‘İskenderin kılıcı’ gibi kördüğümlere indirilen darbedir. Emperyalizm, kapitalizmin can çekişen, çürüyen hali ise; emperyalist savaşlar da, emperyalizmin kendi içindeki çürüme ve sıkışmasının geldiği son noktayı ifade eder. Dolayısıyla savaşlar, emperyalizmin temel özelliklerinin en bariz, en belirgin ve en çıplak haliyle kendini dışa vurduğu anlardır. Çünkü savaşlar, emperyalizmin bunalımının başka yöntem ve araçlarla çözülemez hale geldiği aşamadır artık. Kapitalist-emperyalist sistem, böyle dönemlerde tam bir çözülme ve yıkım yaşar. Onun içindir ki, emperyalist bunalım ve onun sonucu ortaya çıkan savaşlar, devrimin nesnel koşullarını, olabilecek en elverişli hale getirir. Ve böylece emperyalizm-devrim ilişkisi, emperyalist savaşlarla birlikte çok daha net ve çok daha somut bir hale bürünür. Yaşanan iki büyük emperyalist paylaşım savaşı, bunu teorik bir doğru olmaktan çıkarıp, pratik olarak da göstermiştir.

Kapitalizmin genel bunalımı, birinci emperyalist paylaşım savaşını başlattı. Ve bu dönem, Sovyetler Birliği’nin kapitalist sistemden kopmasıyla sonuçlandı. Bu, kapitalizmin genel bunalımının ilk aşamasıydı. İkinci emperyalist paylaşım savaşı dönemi, kapitalizmin genel bunalımının ikinci aşamasıydı. Ve özellikle de Avrupa ve Asya’daki halk demokrasisi ülkelerinin kapitalist sistemden kopuşuyla sonuçlandı. Birinci emperyalist savaş sonrasında sosyalist kamp, dünyanın altıda birini kapsarken ikinci emperyalist savaştan sonra, bu oran, dünyanın üçte birine ulaştı.

Savaş, devrimci durumu olgunlaştırmış ve bu durumu doğru değerlendiren ülkelerde devrimlere yol açmıştı. Ama aynı zamanda bu devrimler, emperyalist savaşların panzehiri olmuşlar, savaşın bitmesinde çok önemli bir rol oynamışlardır. 1917 Ekim devrimi, Çarlık Rusya’sını yerle bir ederken, Rus-Alman savaşına da noktayı koymuştur. Sadece o kadar da değil. Çarlık Rusyası ile diğer emperyalistlerin gizli anlaşmalarını deşifre ederek, onların gerçek niyetlerini ve planlarını da ortaya dökmüştür.

Benzer örnekler ikinci emperyalist paylaşım savaşı için de verilebilir. Başta sosyalist SSCB’nin Hitler Almanyası’nı dize getiren büyük direnişi olmak üzere Avrupa’da, Asya’da patlak veren devrimler, bir çok ülkede komünist ve devrimcilerin savaşa karşı yükselttiği ayaklanmalar, partizan savaşları, ulusal kurtuluş hareketleri vb. ikinci emperyalist paylaşım savaşının da sonunu getirmiştir. Aksi halde savaşın ne kadar uzayacağını ve daha ne büyük tahribatlara yol açacağını kestirmek güçtür.

Bütün bunlardan dolayıdır ki “ya devrimler savaşları önler, ya da savaşlar devrimlere yol açar” tespiti, sadece siyasal bir doğru değil, bu tarihsel olayların pratik olarak da kanıtladığı somut bir gerçektir.

Ancak buradan, otomatik olarak her emperyalist bunalımın savaşa, her savaşın da devrime yol açacağı gibi bir yanılgıya düşülmemelidir. Bunalım ve savaşlar, devrimci durumun olgunlaşmasını, devrim için uygun nesnel koşulları yaratır. Fakat devrimi gerçekleştirmek için tek başına bu ‘nesnellik’ yetmez. Bunun ‘öznel’ faktörle tamamlanması, başta komünist-devrimci partiler olmak üzere kitlelerin bilinç ve örgütlülüğünün, bu elverişli ortamdan yararlanabilecek düzeyde olması gerekir.

Gerçekten ML ve devrimci olan parti ve örgütler, devrimci durumun olgunlaştığı kriz ve savaş dönemlerini, devrimle taçlandırabilmek için tüm güçleriyle savaşmışlardır. Ne var ki, her ‘devrimci parti’ aynı tavrı gösterememiş, hatta kimileri, savaş döneminde ‘sosyal-şoven’ bir karakter kazanarak karşı-devrimci bir rol oynamıştır. Onun içindir ki, komünist ve devrimci partiler, sadece emperyalistlere ve kendi egemen sınıflarına karşı da değil, barış çağrıları yaparak savaşın durdurulabileceğini vaaz eden reformistlerden, ‘vatan savunması’ adı altında kendi burjuvazisinin çıkarlarını savunan ‘sosyal şoven’lere kadar geniş bir yelpaze ile savaşmak durumunda kalmışlardır.

Lenin’in de belirttiği gibi, “bireylerin yaşamındaki ya da ulusların tarihindeki her bunalım gibi, savaşlar da bazı kişi ve örgütleri baskı altına alır, ezer, bazılarının da gözünü açar, çelikleştirir ve ileri fırlatır.”

                        * * *

Bugün tüm insanlık, yeni bir emperyalist savaşla karşı karşıya. Bir yandan iki büyük savaşın tecrübe ve birikimine sahip, ama öte yandan özellikle ‘90’lardan bu yana revizyonist blokun da çökmesiyle yoğun bir bombardıman altında. Ne dayanacağı, güç alacağı sosyalist bir ülke var, ne de Komüntern gibi uluslararası birliği. Bu açıdan handikapları oldukça fazla.

Kuşkusuz daha önceki savaşlarla kıyaslanmayacak avantajları da yok değil. Yeni emperyalist savaş öncesi başlayan ‘anti-kapitalist’ gösteriler, savaş tehlikesinin artmasıyla birlikte ‘anti-savaş’ gösterilerine dönüştü. Özellikle Irak savaşı öncesi tüm dünyada yükselen savaş karşıtı hareket, daha önceki dönemlerle kıyaslanmayacak bir boyut kazandı. Bu, her iki emperyalist savaşta insanlığın yaşadığı yıkımın ve ona karşı verdiği mücadelenin imbiğinden süzülen tarihsel bilincin bir ürünüydü. Ancak her fırsatta yinelediğimiz gibi, bu hareket, hem siyasal hem sınıfsal zayıflıkları da içinde taşıyordu. En başta ML devrimci bir önderlikten yoksunluk ve işçi sınıfının katılımdaki düşüklüğü, hareketin en büyük eksikliği olmaya devam etti. Böyle olunca, savaş karşıtı hareket, ağırlıklı olarak reformist ve küçük-burjuva kesimlerin önderliğinde yürüdü. Bu, savaşa karşı mücadelenin olması gereken keskinlikte ve ufuk açıklığında yürütülmesini engelledi. Ve halen aşılması gereken bir eşik olarak duruyor.

Ülkemizde savaş karşıtı mücadele de kendini Irak’la sınırlamış, adını bile “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’ koymuştu. Bu sınırlılık, savaşın Irak ayağının bitmesiyle onu işlevsiz kılmıştı. Bu durum, emperyalist savaşı kavrama, kapsamını ve sonuçlarını algılamada ciddi bir eksiklik olduğunun göstergesi. Komünistlerin iki yıldır üzerinde ısrarla durduğu yeni emperyalist savaşın niteliği, altında yatan nedenler ve olası sonuçları, başta devrimci kesimler olmak üzere savaş karşıtlarınca yeterince anlaşılabilmiş değil.

Savaş devam ediyor… Irak sonrası durgunluk, ABD’nin yeni planlarını yaşama geçirmek için verdiği kısa bir moladan başka bir şey değildir. Kaldı ki bu süre içinde, Filistin ve Kürdistan’la ilgili ‘yol haritaları’ çiziliyor, Suriye ve İran’a dönük tehditler arttırılıp saldırının zemini hazırlanıyor. Emperyalizm ve işbirlikçileri, ulusal ve toplumsal hareketleri her yönden kuşatmanın hesaplarını yapıyorlar. Bu hareketlere ‘silahsızlanma’yı, işçi ve emekçilere köleliliği dayatıyorlar.

Kısaca emperyalistler ve işbirlikçi egemen sınıflar durmuyorlar. Devrim cephesinin de buna göre konumlanması, bugüne dek yürütülen mücadeleden dersler çıkarıp eksikliklerini hızla tamamlaması gerekiyor. Kapitalist-emperyalist sistemi, bunalımları ve savaşlarıyla birlikte tümden ortadan kaldırmak, tüm insanlığın çektiği acı ve ızdırabı dindirmek, sömürü ve zorbalığa son vermek; kitlelerle kucaklaşmış ML bir öncülüğü şart kılıyor.

 

 

 

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …